Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin askeri gücünün güçlendirilmesinin zorunlu olduğunu sık sık vurguladı ve bu duruşun sadece bir seçenek değil zorunluluk olduğunu vurguladı. Şunu ifade etti: “Yaşadığımız acı deneyimler bize güçlü bir Türkiye’nin güçlü bir orduya bağlı olduğunu öğretti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) caydırıcılık kabiliyetinin artırılması bir tercih değil; Bu milletimiz için bir zorunluluktur.” Tarihsel olarak “güçlü ordu, güçlü Türkiye” söylemi büyük ölçüde Kemalist askeri anlatı bağlamında TSK’nın Türk siyaseti üzerindeki üstünlüğünü tesis etmek ve siyasi konulardaki üstün konumunu pekiştirmek için kullanılmış olsa da, Erdoğan bunu daha geniş kapsamlı bir askeri söylemin temel bileşeni olarak yeniden yorumluyor. politik anlatı.
“Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sloganı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi söyleminde stratejik bir üst anlatı rolü üstleniyor. Bu, Erdoğan’ın Türkiye’nin stratejik ortamından kaynaklanan güvenlik tehditlerine karşı güçlü ve caydırıcı bir orduyu güçlendirmesine ve TSK’nın eski antidemokratik Kemalist söylemini başkalaştırarak yeniden konumlandırmasına olanak tanıyor. Bu çerçevede, Türk siyasetinde önemli önem taşıyan önemli değişimler ortaya çıktı. Bunlar arasında başarısız darbe girişimi, Türkiye’nin savunma sanayisinin derinleştirilmesi ve genişletilmesi, TSK’nın ülke dışı alanlardaki operasyonel kapasitesinin elden geçirilmesi yer alıyor.
‘Türkiye’den ‘Türkiye’ye
Engellenen darbe girişiminin ardından TSK için dönüştürücü bir dönüm noktası oluştu ve ona asli bir misyon aşılandı. Erdoğan’ın sivil-asker ilişkilerine yönelik devrimci politikaları, TSK’yı askeri etkinlik ve caydırıcılık yayan bir güç olarak yeniden yapılandırdı. Türkiye’nin savunma sanayi alanındaki yükselişi, onu teknolojik güç merkezleri saflarına yükseltirken, ordunun Suriye’den Irak’a, Libya’dan Azerbaycan’ın Karabağ’ına kadar çatışma bölgelerine aktif katılımı da Türkiye’ye etkili bir askeri aktör kimliğini kazandırdı. Erdoğan’ın “güçlü ordu, güçlü Türkiye” söylemine yenilenen bağlılığı, yalnızca Kemalist söylemin bir yankısı değil, Türkiye’nin stratejik kimliğini yeniden tanımlamaya yönelik dinamik bir çabadır. Bu yönlendirmenin somut örneği belki de “Türkiye” isminin “Türkiye”ye değişmesidir.
Türkiye’nin stratejik kimliğinin yeniden tanımlanması çok yönlü olmakla birlikte, savunma sanayisindeki gelişmeler de bu dönüşümde önemli rol oynuyor. Türkiye’nin stratejik kimliğini yeniden konumlandırması açısından eş zamanlı üç kimlik boyutu ortaya çıktı. Bunlar Türkiye’nin bölgesel kimliğini, denizci kimliğini ve yeni ortaya çıkan küresel kimliğini kapsıyor. Her üçü de Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarını farklı konularda ve bölgelerde yeniden şekillendiriyor, dolayısıyla Türkiye’nin yurtiçi ve yurtdışı etkileşimlerini şekillendiriyor. Bölgesel kimlikteki değişim Türkiye’nin geleneksel ulus-devlet anlayışını altüst ederken, denizcilik kimliği de Mavi Vatan doktrininde özetlenen politika değişikliklerini hızlandırıyor. Eş zamanlı olarak küresel kimlik, Türkiye’nin uluslararası çerçevedeki stratejik yönelimini de yineliyor.
Bu dönüşümlerin ortasında Türkiye’nin savunma sanayisi de sosyopolitik ve stratejik boyutları kapsayan bir dönüşüm yaşıyor. Sosyo-politik bir perspektiften bakıldığında, savunma sanayisindeki ilerlemeler, geleneksel milliyetçiliğin temelini oluşturan bölgesel anlatıyı yeniliyor ve yeni bir varyantı, tekno-milliyetçiliği ortaya çıkarıyor. Bu, bölgesel temelli milliyetçiliğin düşmesini gerektirmez; bunun yerine, teknolojinin merkezde yer aldığı milliyetçiliğin melez doğasının altını çiziyor. Erdoğan’ın yerli ve milli savunma sanayii algısını tüm siyasi manzarayı kapsayacak şekilde genişletmesi, savunma sanayisindeki bu başarıların stratejik etkisinin altını çiziyor.
Sonuç olarak savunma sanayii, Türkiye’nin teknolojik egemenliğini güçlendirerek yeni bir sosyalleşme ekosisteminin önünü açarak yeni bir Türk devlet kimliğini ve siyasi alanını besliyor. Bu durum, savunma sanayinin önemli rolünün açıkça ortaya çıktığı 2023 başkanlık seçimlerinde açıkça görüldü. Erdoğan, TCG Anadolu gemisi, KAAN milli savaş uçağı ve Bayraktar Kızılelma insansız savaş uçağı gibi projeleri stratejik olarak seçim kampanyasına dahil etti. Buna karşılık muhalefetin bu projelere yönelik kararsız ve eleştirel tutumu Erdoğan’ı seçmenlerinin gözünde olumlu bir konuma getirdi. Üstelik muhalefetin özellikle savunma sanayisine yönelik olumsuz söylemi, onların kamuoyundaki itibarını marjinalleştiriyordu. İkinci olarak, TB2 Bayraktar insansız hava aracının Suriye, Libya, Irak, Karabağ ve Ukrayna gibi bölgelerde oynadığı önemli rol, yalnızca Türkiye’nin küresel sahnede insansız hava araçlarına sahip bir ülke olarak imajını sağlamlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda dış politika manevralarındaki hareket alanını da genişletti. Sonuç olarak savunma sanayii, Türk siyasetindeki siyasi çekişmenin temel taşı ve ulusal ve ulusal olmayan duruşları birbirinden ayırmaya yönelik söylem odaklı bir kriter haline geldi. Türkiye’nin savunma sanayisinin yükselişinin ardındaki temel mimar rolü göz önüne alındığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yurt içindeki rakiplerine karşı söylemsel bir üstünlük ve siyasi nüfuza sahip olduğu dikkat çekiyor.
Savunma sanayi: Stratejik özerkliğin ayrılmaz direği
Ancak savunma sanayinin etkisi yeni toplumsallaşma normlarını ve devlet kimliklerini tetiklemekle sınırlı değil. Türkiye’nin dış politika yörüngesini yönlendiren ve uluslararası arenadaki etkileşimlerini ve girişimlerini doğrudan şekillendiren, siyasi, diplomatik, ekonomik ve askeri boyutları kapsayan bir paradigma olan Türkiye’nin stratejik özerkliğinin ayrılmaz bir dayanağıdır. Güçlendirilmiş bir stratejik özerklik, Türkiye’ye istediği küresel rolü etkili bir şekilde üstlenme yetkisi verirken, aynı zamanda ona bağımsız dış politika rotaları belirleme özgürlüğü de veriyor. Bu durum özellikle Türkiye’nin Batılı ülkelerle ilişkilerinde belirginleşiyor.
Ayrıca, Türkiye’nin savunma sanayii portföyünün çeşitlenmesi, onun küresel savunma pazarında meşru bir oyuncu olarak ortaya çıkması anlamına geliyor ve aynı zamanda ona şimdiye kadar bulunmayan yeni bir diplomatik araç sağlıyor. Bu, Türkiye’nin dış politika yöneliminin esasen savunma sanayisine bağlı diplomatik bağımlılıklar tarafından şekillendirildiği dönemle tezat oluşturuyor. Artık Türkiye, savunma sanayi diplomasisi sayesinde dış politikada artan manevra serbestliğine sahip. Erdoğan’ın Zafer Bayramı’ndaki “bize hava savunma sistemi sağlamayanlara hava savunma sistemi satar duruma geleceğiz” şeklindeki açıklaması, savunma sanayisi ile diplomasi arasındaki simbiyotik etkileşimin somut bir örneğidir.
Özetle, savunma sanayii, Türkiye’nin askeri gücünün pervanesi ya da caydırıcı bir devlet inşa etme aracı olmanın ötesinde; yeni toplumsallaşma normları doğurarak ve siyasi rekabet ortamını yeniden şekillendirerek devlet kimliğinin yeni bir mimarı olarak hareket eder. Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “güçlü ordu, güçlü Türkiye” sloganı tarihsel yankıları aşarak Erdoğan tipi siyasetin bütünsel hayata geçirilmesinin simgesi oluyor.