Modern zamanlarda sağlık öncelikleri değişti. Geçtiğimiz yüzyılda ortalama yaşam beklentisi artarken, yeni sağlık sorunlarıyla boğuşuyoruz. Bir zamanlar tarihin salgın hastalıkları olan sıtma, tifo, difteri, çocuk felci, kabakulak ve kızamık gibi hastalıklar artık tedavi edilebiliyor.
Ancak artık atalarımızın hiç karşılaşmadığı obezite, diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları, kanser, alerji, anoreksi ve depresyon gibi rahatsızlıklarla karşı karşıyayız. Bunlar, modern çağın yan ürünleri olan medeniyetle ilişkili yaşam tarzı hastalıkları olarak anılıyor. Birincil bir bela olmaya devam eden virüslerin yanı sıra, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre bu koşullar günümüzün en önemli halk sağlığı endişelerini oluşturmaktadır.
Tartışmalı olsa da bunlardan en öne çıkanı ve yaygın olanı obezitedir. Obezite, hem dünyada hem de Türkiye’de giderek artan çağımızın en tehlikeli hastalık kaynaklarından biridir. Obezitenin yaygınlaşmasında yaşam tarzı, meslek, coğrafi koşullar ve beslenme alışkanlıkları önemli rol oynuyor. Pek çok kişinin deniz ürünlerine dayalı bir diyet uyguladığı Japonya’da obezite oranı düşük (sadece %4) iken, fast food cenneti Amerika Birleşik Devletleri’nde obezite oranları %31’e kadar yükseldi. Fiziksel emeğin yoğun olduğu kırsal bölgelerde obezite oranı kentsel alanlara göre daha düşüktür. Ekonomik krizler gibi ilk bakışta önemsiz gibi görünen olaylar bile obeziteyi tetikleyebiliyor: Yoksul toplumlar daha fazla karbonhidrat tüketerek obez olma eğiliminde oluyor. Aynı şekilde yaş, cinsiyet, genetik, hormonal etkiler ve kültürel alışkanlıklar da bu eğilimi etkilemektedir.
Günümüz insanlığı için obezite, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünya çapında ölümlerin önde gelen nedenleri olan birçok kronik hastalığın riskini kritik derecede artıran bir faktördür. Obezite, metabolik sendromlar, kalp-damar hastalıkları, diyabet, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, felç, karaciğer hastalıkları, bazı kanser türleri, solunum hastalıkları, uyku apnesi, kas sistemi hastalıkları ve cinsel işlev bozukluklarına neden olmakta ve yaşam kalitesinde önemli düşüşlere neden olmaktadır. ve uzun ömür.
Türkiye’de obezite krizi büyüyor
Türkiye henüz gelişmiş bir ülke olmasa da obezite kriziyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkladığı verilere göre Türkiye, Avrupa’da obezite oranlarında birinci sırada yer alıyor. Obezite Türk toplumunda salgın gibi yayılmaya devam ediyor. Obezite neredeyse Z kuşağı arasında yaygınlaştı. Özellikle işlenmiş ve paketlenmiş gıdaları çok tüketen çocuklar en büyük risk grubunda yer alıyor. Öyle ki Türkiye’de 5 yaş altı çocuklarda obezite oranı 2018 yılı itibarıyla %8,1; Bu verilerle Türkiye çocuk obezitesinde Avrupa’da ikinci sırada yer alıyor.
Obezite sadece bireysel ya da estetik bir kaygı değildir; aynı zamanda önemli bir toplumsal belayı ve halk sağlığı sorununu temsil etmektedir. Türkiye’de obeziteyle ilişkili birincil kronik hastalık olan diyabetin artan prevalansı incelendiğinde durumun ciddiyeti ortaya çıkıyor. Uluslararası Diyabet Federasyonu’nun (IDF) 2020 yılı verilerine göre Türkiye’de 20-79 yaş arası 7 milyon diyabet hastası bulunuyor ve bu rakam yetişkin nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturuyor. Bağımsız tahminler bu sayının 2023 yılına kadar 10 milyona ulaşacağını öngörüyor.
Türkiye, diyabet salgınının getirdiği zorluklarla yüzleşmede yalnız değil; bu, COVID-19’la bile rekabet edebilecek küresel bir sağlık sorunudur. Washington Üniversitesi Sağlık Ölçümü ve Değerlendirme Enstitüsü’nün araştırmasına dayanarak saygın tıp dergisi Lancet’te yayınlanan araştırma, 2021 yılında dünya genelinde 529 milyon diyabet hastası bulunduğunu, 2050 yılında ise bu sayının 1,3 milyarı aşacağını öngören öngörüleri ortaya koyuyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde hiçbir ülkenin diyabet oranlarında bir düşüş yaşaması beklenmiyor. Bu veriler, diyabetin en yaygın küresel sağlık sorunlarından biri haline geldiğinin ve dünya çapında sağlık sistemleri için önemli mali ve idari zorluklar yarattığının altını çiziyor.
Türkiye’de obezite sorununun boyutları
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) konuya ilişkin önemli bilgiler veriyor. TÜİK’in 2022 Türkiye Sağlık Araştırması’na göre 15 yaş ve üzeri bireylerde obezite oranı 2022’de yüzde 20,2 oldu. Cinsiyete göre bakıldığında kadınların yüzde 23,6’sı obez, yüzde 30,9’u obez öncesi, yüzde 16,8’i obez olarak belirlendi. Erkeklerin yüzde 40,4’ü obez öncesi olarak sınıflandırıldı.
Ayrıca, öncelikli olarak obezitenin neden olduğu sırt sorunları, 2022 yılında bireylerin %24,6’sını etkileyen en yaygın sağlık sorunu olarak ortaya çıktı. Bunu yüzde 17,2 ile boyun sorunları, yüzde 16,1 ile hipertansiyon, yüzde 11,4 ile diyabet ve yüzde 9,6 ile alerji takip etti. Obezite, en önemli halk sağlığı sorunu olarak öne çıkarken, tütün ve alkol kullanımının çok gerisinde kalıyor. TÜİK’e göre 15 yaş ve üzeri bireylerin günlük tütün kullanım oranı 2022 yılında yüzde 28,3 olurken, son bir yılda alkol kullanım oranı yüzde 12,1 oldu.
Ayrıca TÜİK verileri, 2022 yılında Türk toplumunda en çok yararlanılan sağlık koruma hizmetinin tansiyon ölçümü olduğunu ve bireylerin %44,7’sinin bu hizmetten yararlandığını ortaya koyuyor. Son bir yıl içinde kişilerin yüzde 39,6’sının kolesterol düzeyi, yüzde 41,6’sının ise kan şekeri takibi yapıldı.
Ne yapılmalı?
Obezite ve Tip 2 diyabetin büyük oranda önlenebilir sağlık sorunları olmasına karşın, rutin kolesterol ve kan şekeri taramaları, okullardan itibaren sağlıklı beslenme alışkanlıklarının teşvik edilmesi, aile hekimliği sisteminin obezitenin önlenmesini vurgulayacak şekilde yeniden yapılandırılması, risk altındaki bireylerin belirlenmesi ve hedefe yönelik uygulamaların uygulanması gibi girişimler vergi indirimleri ve teşvikler yoluyla sağlıklı yaşam tarzlarını teşvik eden programlar ve yüksek kalorili içeceklerin etiketlenmesi çok önemli adımlardır. Küçük dürtüklemelerin bile diyabet üzerinde muazzam etkileri vardır. Aynı şekilde obeziteyle mücadelede ve kronik hastalığa dönüşmesinin engellenmesinde de koruyucu sağlık hizmetleri öncelikli alanlardan biridir.
Uzmanlar, gıda yoluyla enerji alımını azaltmanın, doğru beslenme alışkanlıkları edinmenin ve aktif bir yaşam tarzı benimsemenin obeziteyle mücadelenin temel adımları olduğunu vurguluyor. Ancak obezite bireysel bir sorun olmadığı gibi çözümü de değildir. Bu yükün tamamen bireyin tercihine bırakılması yerine, kapsamlı sosyal programlarla ele alınması gerekmektedir. Kapitalist toplumumuzda her gün sürekli reklam bombardımanıyla şekerli ve yüksek kalorili beslenmeye teşvik edilen bireylerin omuzlarına bu yükü bırakmak büyük haksızlık olur. Diyabet ve obezitenin önemli ölçüde azaltılması veya en azından halk sağlığı sistemleri üzerindeki ağır yükün azaltılması, güçlü kamu teşvikleri gerektirir.
Türkiye’de bu sorunu sıklıkla kamuoyu raporlarında duyuyoruz ancak çok azı anlamlı, sürdürülebilir ve faydalı bir şey yapıyor. Örneğin Türkiye’de sağlık hizmetlerinin %76’sından fazlasını tek başına finanse eden Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), obeziteyi önlemek amacıyla aktif yaşam tarzını desteklemek için şu anda herhangi bir kaynak ayırmıyor ancak bireylerin obezite sonucu kronik hastalıklara yakalanması durumunda sağlık hizmetlerini finanse etmektedir. Diyabete yatkın bireyleri tespit etmeyi veya onlara yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin masraflarını karşılamayı amaçlamayan SGK, diyabet hastalarına ömür boyu insülin tedavisini karşılıyor ve diyabetle ilgili tüm tedavi masraflarını karşılıyor.
Bu ihmal sadece obeziteyle sınırlı değil, aynı zamanda halk sağlığının diğer düşmanları için de geçerli. Ne yazık ki, Sağlık Bakanlığı da dahil olmak üzere kamu sektöründe uygarlıkla bağlantılı yaşam tarzı hastalık kaynaklarının herhangi biriyle mücadele etmeye yönelik çok az sayıda kapsamlı ve etkili girişim bulunmaktadır. SGK, sigara içen kişiye ek prim yükü getirmiyor ama bu kişi akciğer kanserine yakalandığında cebinden bir kuruş ödeme yapmadan tüm tedavilerini karşılıyor. Sağlıklı bir yaşam süren birey ile sağlıksız bir yaşam süren bir birey arasında prim yükü açısından herhangi bir fark yoktur, daha doğrusu sağlıklı yaşam sürmek teşvike tabi değildir. İşverenlerin, çalışanlarını sağlıklı bir yaşam sürmeye teşvik eden uygulamaları finansal açıdan teşvik edilmiyor.
Özetle Türkiye’de kamu sektörü sanki koruyucu sağlık hizmeti yokmuş, sanki bireyin sağlığı korunursa sağlık ve ilaç harcamaları azalmayacakmış gibi davranıyor. Türk sosyal yardım sistemi geniş bir sağlık hizmetleri yelpazesini (hatta spinal müsküler atrofi (SMA), Duchenne müsküler distrofisi (DMD) ve idiyopatik pulmoner fibrozis (IPF) gibi bazı genetik ve nadir hastalıkları da kapsamaktadır) kapsarken, İskandinav ülkelerinde ise sağlığı değil hastalığı finanse eden bir yaklaşım sürdürülmektedir.
Türkiye’de milyonlarca şeker hastası için sınırsız sağlık hizmeti sunan SGK, zorunlu düzenli tansiyon ölçümleri, ülke çapında kolesterol ve kan şekeri tarama programları gibi en temel ve basit tedbirleri gündemine almıyor. Türkiye’de devlet, çok az girişimde bulunmasına rağmen bireylerin hastalanmasını engelleyecek tedbirlerin alınmasına yer vermiyor ve bu konuda etkili politikalar izlemiyor.
Makroekonomik istikrar sorunu
Ancak iş sağlığı ve güvenliğinde temel prensip olan “önlemek her zaman tamir etmekten daha ucuzdur” ilkesinin burada da uygulanması gerekmektedir. Türkiye, hastalıkları finanse etmeyi bırakıp, sağlığın korunmasını ve koruyucu tedavileri finanse eden bir modele geçmelidir.
Bu sadece politika öncelikleri meselesi değil, aynı zamanda makroekonomik istikrar meselesidir. Milken Enstitüsü’nün 2018 tarihli “Amerika’nın Obezite Krizi” raporu, obeziteye bağlı kronik hastalıkların maliyetinin 2016 yılında ABD’de 1,72 trilyon dolar olduğunu tahmin ediyor. IDF, 2023 raporunda obezitenin küresel maliyetinin 2016 yılında muazzam bir 4,32 trilyon dolara ulaşabileceğini tahmin ediyor. 2035.
Türkiye için doğrudan ve dolaylı maliyetler yıllık yaklaşık 1 trilyon TL (yaklaşık 32 milyar dolar) civarındadır. Yani koruyucu sağlık modeline geçip bireylerin sağlığını finanse etsek, elde edilecek ekonomik kazanç Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemindeki hemen hemen tüm boşlukları kapatacak düzeyde olacaktır. Bu konu kritik çünkü Türkiye’nin kamu sağlık harcamaları çok yüksek: SGK’nın 2023 sağlık harcaması 544 milyar TL. Bu rakamın 2024 yılında 815 milyar TL olacağı öngörülse de 1 trilyon TL’yi rahatlıkla aşması bekleniyor. Bu, ülkenin koruyucu ilaç döviz kuru politikasına ve SGK’nın monopson piyasasında fiyatları belirleme avantajına sahip olmasına rağmen böyledir. Ancak sağlık finansmanı makroekonomik dengeleri sarsacak düzeyde artıyor.
Özetle, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde son 20 yılda kurduğu cömert refah sistemi önemli bir sınavla karşı karşıyadır ve artık verimlilik-etkinlik analizi yapan bir refah sistemine geçiş şarttır. Türkiye, sağlık finansmanında kıt kaynaklarını verimli kullanmak ve cömert refah devletini sürdürmek istiyorsa, etkinlik-maliyet analizine dayalı yeni bir bakış açısıyla sağlığın korunması ve koruyucu sağlık hizmetlerinin finansmanını önceliklendirmelidir.
Modern zamanlarda sağlık öncelikleri değişti. Geçtiğimiz yüzyılda ortalama yaşam beklentisi artarken, yeni sağlık sorunlarıyla boğuşuyoruz. Bir zamanlar tarihin salgın hastalıkları olan sıtma, tifo, difteri, çocuk felci, kabakulak ve kızamık gibi hastalıklar artık tedavi edilebiliyor.
Ancak artık atalarımızın hiç karşılaşmadığı obezite, diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları, kanser, alerji, anoreksi ve depresyon gibi rahatsızlıklarla karşı karşıyayız. Bunlar, modern çağın yan ürünleri olan medeniyetle ilişkili yaşam tarzı hastalıkları olarak anılıyor. Birincil bir bela olmaya devam eden virüslerin yanı sıra, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre bu koşullar günümüzün en önemli halk sağlığı endişelerini oluşturmaktadır.
Tartışmalı olsa da bunlardan en öne çıkanı ve yaygın olanı obezitedir. Obezite, hem dünyada hem de Türkiye’de giderek artan çağımızın en tehlikeli hastalık kaynaklarından biridir. Obezitenin yaygınlaşmasında yaşam tarzı, meslek, coğrafi koşullar ve beslenme alışkanlıkları önemli rol oynuyor. Pek çok kişinin deniz ürünlerine dayalı bir diyet uyguladığı Japonya’da obezite oranı düşük (sadece %4) iken, fast food cenneti Amerika Birleşik Devletleri’nde obezite oranları %31’e kadar yükseldi. Fiziksel emeğin yoğun olduğu kırsal bölgelerde obezite oranı kentsel alanlara göre daha düşüktür. Ekonomik krizler gibi ilk bakışta önemsiz gibi görünen olaylar bile obeziteyi tetikleyebiliyor: Yoksul toplumlar daha fazla karbonhidrat tüketerek obez olma eğiliminde oluyor. Aynı şekilde yaş, cinsiyet, genetik, hormonal etkiler ve kültürel alışkanlıklar da bu eğilimi etkilemektedir.
Günümüz insanlığı için obezite, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünya çapında ölümlerin önde gelen nedenleri olan birçok kronik hastalığın riskini kritik derecede artıran bir faktördür. Obezite, metabolik sendromlar, kalp-damar hastalıkları, diyabet, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, felç, karaciğer hastalıkları, bazı kanser türleri, solunum hastalıkları, uyku apnesi, kas sistemi hastalıkları ve cinsel işlev bozukluklarına neden olmakta ve yaşam kalitesinde önemli düşüşlere neden olmaktadır. ve uzun ömür.
Türkiye’de obezite krizi büyüyor
Türkiye henüz gelişmiş bir ülke olmasa da obezite kriziyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıkladığı verilere göre Türkiye, Avrupa’da obezite oranlarında birinci sırada yer alıyor. Obezite Türk toplumunda salgın gibi yayılmaya devam ediyor. Obezite neredeyse Z kuşağı arasında yaygınlaştı. Özellikle işlenmiş ve paketlenmiş gıdaları çok tüketen çocuklar en büyük risk grubunda yer alıyor. Öyle ki Türkiye’de 5 yaş altı çocuklarda obezite oranı 2018 yılı itibarıyla %8,1; Bu verilerle Türkiye çocuk obezitesinde Avrupa’da ikinci sırada yer alıyor.
Obezite sadece bireysel ya da estetik bir kaygı değildir; aynı zamanda önemli bir toplumsal belayı ve halk sağlığı sorununu temsil etmektedir. Türkiye’de obeziteyle ilişkili birincil kronik hastalık olan diyabetin artan prevalansı incelendiğinde durumun ciddiyeti ortaya çıkıyor. Uluslararası Diyabet Federasyonu’nun (IDF) 2020 yılı verilerine göre Türkiye’de 20-79 yaş arası 7 milyon diyabet hastası bulunuyor ve bu rakam yetişkin nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturuyor. Bağımsız tahminler bu sayının 2023 yılına kadar 10 milyona ulaşacağını öngörüyor.
Türkiye, diyabet salgınının getirdiği zorluklarla yüzleşmede yalnız değil; bu, COVID-19’la bile rekabet edebilecek küresel bir sağlık sorunudur. Washington Üniversitesi Sağlık Ölçümü ve Değerlendirme Enstitüsü’nün araştırmasına dayanarak saygın tıp dergisi Lancet’te yayınlanan araştırma, 2021 yılında dünya genelinde 529 milyon diyabet hastası bulunduğunu, 2050 yılında ise bu sayının 1,3 milyarı aşacağını öngören öngörüleri ortaya koyuyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde hiçbir ülkenin diyabet oranlarında bir düşüş yaşaması beklenmiyor. Bu veriler, diyabetin en yaygın küresel sağlık sorunlarından biri haline geldiğinin ve dünya çapında sağlık sistemleri için önemli mali ve idari zorluklar yarattığının altını çiziyor.
Türkiye’de obezite sorununun boyutları
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) konuya ilişkin önemli bilgiler veriyor. TÜİK’in 2022 Türkiye Sağlık Araştırması’na göre 15 yaş ve üzeri bireylerde obezite oranı 2022’de yüzde 20,2 oldu. Cinsiyete göre bakıldığında kadınların yüzde 23,6’sı obez, yüzde 30,9’u obez öncesi, yüzde 16,8’i obez olarak belirlendi. Erkeklerin yüzde 40,4’ü obez öncesi olarak sınıflandırıldı.
Ayrıca, öncelikli olarak obezitenin neden olduğu sırt sorunları, 2022 yılında bireylerin %24,6’sını etkileyen en yaygın sağlık sorunu olarak ortaya çıktı. Bunu yüzde 17,2 ile boyun sorunları, yüzde 16,1 ile hipertansiyon, yüzde 11,4 ile diyabet ve yüzde 9,6 ile alerji takip etti. Obezite, en önemli halk sağlığı sorunu olarak öne çıkarken, tütün ve alkol kullanımının çok gerisinde kalıyor. TÜİK’e göre 15 yaş ve üzeri bireylerin günlük tütün kullanım oranı 2022 yılında yüzde 28,3 olurken, son bir yılda alkol kullanım oranı yüzde 12,1 oldu.
Ayrıca TÜİK verileri, 2022 yılında Türk toplumunda en çok yararlanılan sağlık koruma hizmetinin tansiyon ölçümü olduğunu ve bireylerin %44,7’sinin bu hizmetten yararlandığını ortaya koyuyor. Son bir yıl içinde kişilerin yüzde 39,6’sının kolesterol düzeyi, yüzde 41,6’sının ise kan şekeri takibi yapıldı.
Ne yapılmalı?
Obezite ve Tip 2 diyabetin büyük oranda önlenebilir sağlık sorunları olmasına karşın, rutin kolesterol ve kan şekeri taramaları, okullardan itibaren sağlıklı beslenme alışkanlıklarının teşvik edilmesi, aile hekimliği sisteminin obezitenin önlenmesini vurgulayacak şekilde yeniden yapılandırılması, risk altındaki bireylerin belirlenmesi ve hedefe yönelik uygulamaların uygulanması gibi girişimler vergi indirimleri ve teşvikler yoluyla sağlıklı yaşam tarzlarını teşvik eden programlar ve yüksek kalorili içeceklerin etiketlenmesi çok önemli adımlardır. Küçük dürtüklemelerin bile diyabet üzerinde muazzam etkileri vardır. Aynı şekilde obeziteyle mücadelede ve kronik hastalığa dönüşmesinin engellenmesinde de koruyucu sağlık hizmetleri öncelikli alanlardan biridir.
Uzmanlar, gıda yoluyla enerji alımını azaltmanın, doğru beslenme alışkanlıkları edinmenin ve aktif bir yaşam tarzı benimsemenin obeziteyle mücadelenin temel adımları olduğunu vurguluyor. Ancak obezite bireysel bir sorun olmadığı gibi çözümü de değildir. Bu yükün tamamen bireyin tercihine bırakılması yerine, kapsamlı sosyal programlarla ele alınması gerekmektedir. Kapitalist toplumumuzda her gün sürekli reklam bombardımanıyla şekerli ve yüksek kalorili beslenmeye teşvik edilen bireylerin omuzlarına bu yükü bırakmak büyük haksızlık olur. Diyabet ve obezitenin önemli ölçüde azaltılması veya en azından halk sağlığı sistemleri üzerindeki ağır yükün azaltılması, güçlü kamu teşvikleri gerektirir.
Türkiye’de bu sorunu sıklıkla kamuoyu raporlarında duyuyoruz ancak çok azı anlamlı, sürdürülebilir ve faydalı bir şey yapıyor. Örneğin Türkiye’de sağlık hizmetlerinin %76’sından fazlasını tek başına finanse eden Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), obeziteyi önlemek amacıyla aktif yaşam tarzını desteklemek için şu anda herhangi bir kaynak ayırmıyor ancak bireylerin obezite sonucu kronik hastalıklara yakalanması durumunda sağlık hizmetlerini finanse etmektedir. Diyabete yatkın bireyleri tespit etmeyi veya onlara yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin masraflarını karşılamayı amaçlamayan SGK, diyabet hastalarına ömür boyu insülin tedavisini karşılıyor ve diyabetle ilgili tüm tedavi masraflarını karşılıyor.
Bu ihmal sadece obeziteyle sınırlı değil, aynı zamanda halk sağlığının diğer düşmanları için de geçerli. Ne yazık ki, Sağlık Bakanlığı da dahil olmak üzere kamu sektöründe uygarlıkla bağlantılı yaşam tarzı hastalık kaynaklarının herhangi biriyle mücadele etmeye yönelik çok az sayıda kapsamlı ve etkili girişim bulunmaktadır. SGK, sigara içen kişiye ek prim yükü getirmiyor ama bu kişi akciğer kanserine yakalandığında cebinden bir kuruş ödeme yapmadan tüm tedavilerini karşılıyor. Sağlıklı bir yaşam süren birey ile sağlıksız bir yaşam süren bir birey arasında prim yükü açısından herhangi bir fark yoktur, daha doğrusu sağlıklı yaşam sürmek teşvike tabi değildir. İşverenlerin, çalışanlarını sağlıklı bir yaşam sürmeye teşvik eden uygulamaları finansal açıdan teşvik edilmiyor.
Özetle Türkiye’de kamu sektörü sanki koruyucu sağlık hizmeti yokmuş, sanki bireyin sağlığı korunursa sağlık ve ilaç harcamaları azalmayacakmış gibi davranıyor. Türk sosyal yardım sistemi geniş bir sağlık hizmetleri yelpazesini (hatta spinal müsküler atrofi (SMA), Duchenne müsküler distrofisi (DMD) ve idiyopatik pulmoner fibrozis (IPF) gibi bazı genetik ve nadir hastalıkları da kapsamaktadır) kapsarken, İskandinav ülkelerinde ise sağlığı değil hastalığı finanse eden bir yaklaşım sürdürülmektedir.
Türkiye’de milyonlarca şeker hastası için sınırsız sağlık hizmeti sunan SGK, zorunlu düzenli tansiyon ölçümleri, ülke çapında kolesterol ve kan şekeri tarama programları gibi en temel ve basit tedbirleri gündemine almıyor. Türkiye’de devlet, çok az girişimde bulunmasına rağmen bireylerin hastalanmasını engelleyecek tedbirlerin alınmasına yer vermiyor ve bu konuda etkili politikalar izlemiyor.
Makroekonomik istikrar sorunu
Ancak iş sağlığı ve güvenliğinde temel prensip olan “önlemek her zaman tamir etmekten daha ucuzdur” ilkesinin burada da uygulanması gerekmektedir. Türkiye, hastalıkları finanse etmeyi bırakıp, sağlığın korunmasını ve koruyucu tedavileri finanse eden bir modele geçmelidir.
Bu sadece politika öncelikleri meselesi değil, aynı zamanda makroekonomik istikrar meselesidir. Milken Enstitüsü’nün 2018 tarihli “Amerika’nın Obezite Krizi” raporu, obeziteye bağlı kronik hastalıkların maliyetinin 2016 yılında ABD’de 1,72 trilyon dolar olduğunu tahmin ediyor. IDF, 2023 raporunda obezitenin küresel maliyetinin 2016 yılında muazzam bir 4,32 trilyon dolara ulaşabileceğini tahmin ediyor. 2035.
Türkiye için doğrudan ve dolaylı maliyetler yıllık yaklaşık 1 trilyon TL (yaklaşık 32 milyar dolar) civarındadır. Yani koruyucu sağlık modeline geçip bireylerin sağlığını finanse etsek, elde edilecek ekonomik kazanç Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemindeki hemen hemen tüm boşlukları kapatacak düzeyde olacaktır. Bu konu kritik çünkü Türkiye’nin kamu sağlık harcamaları çok yüksek: SGK’nın 2023 sağlık harcaması 544 milyar TL. Bu rakamın 2024 yılında 815 milyar TL olacağı öngörülse de 1 trilyon TL’yi rahatlıkla aşması bekleniyor. Bu, ülkenin koruyucu ilaç döviz kuru politikasına ve SGK’nın monopson piyasasında fiyatları belirleme avantajına sahip olmasına rağmen böyledir. Ancak sağlık finansmanı makroekonomik dengeleri sarsacak düzeyde artıyor.
Özetle, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde son 20 yılda kurduğu cömert refah sistemi önemli bir sınavla karşı karşıyadır ve artık verimlilik-etkinlik analizi yapan bir refah sistemine geçiş şarttır. Türkiye, sağlık finansmanında kıt kaynaklarını verimli kullanmak ve cömert refah devletini sürdürmek istiyorsa, etkinlik-maliyet analizine dayalı yeni bir bakış açısıyla sağlığın korunması ve koruyucu sağlık hizmetlerinin finansmanını önceliklendirmelidir.