Uluslararası ilişkiler dünyası uzun zamandır şeytanla dans halindeydi; ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutan soğuk ve hesapçı bir yaklaşım olan realpolitik’in hakim olduğu bir gerçeklik. Anında kazanımın ve saf gücün cazibesi inkar edilemez bir şekilde hakim olsa da, 21. yüzyılın zorlukları, istikrarlı ve müreffeh bir gelecek yaratmada ahlaki değerlerin stratejik rolünü kabul eden daha incelikli bir yaklaşım gerektiriyor.
Reelpolitik ile ahlaki değerler arasındaki uçurumun kapatılması sadece yüce bir ideal değil, aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın’ın “Hibrit Tehditler ve Stratejik Stratejiler” başlıklı yazısında vurguladığı gibi “temel ve siyasi bir gerekliliktir”. Belirsizlik Çağında Öngörü.”
Yalnızca kısa vadeli avantajlara odaklanan saf realpolitik, çoğu zaman gelecekteki sorunların tohumlarını eker; saf ahlakçılık ise saf ve uygulanamaz olabilir. Gerçek liderlik, ulusal çıkarlar ile etik ilkeler arasındaki kesişmeyi bulmakta yatmaktadır. Bu, ulusal güvenliğin ve ekonomik refahın gözetilmesi ve aynı zamanda alınan önlemlerin daha geniş kapsamlı sonuçlarının da göz önünde bulundurulması anlamına gelir.
Başka bir deyişle, ilerlemenin yolu daha bütünsel bir yaklaşımda yatıyor; ahlak ve kişisel çıkarların birbirini dışlamadığını kabul eden bir yaklaşım. Ahlaki hususlar, politikaların güvenlikten diplomasiye kadar her alanda uzun vadede sürdürülebilir avantajlar sunmasını sağlayabilir. Bu biraz karamsar görünebilir ancak dünyanın kasvetli geleceği göz önüne alındığında güvenilecek ve yatırım yapılacak son seçenek bu.
Dünyanın geleceğinin oldukça kasvetli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Daha da kötüsü, bugün gelecekten bile daha kasvetli. Her geleneksel konsept yeniden tasarlanıyor. Hakikat ötesi bir süredir bir fenomendi ama bundan daha fazlası var. Öngörülemeyen bir şeye doğru aşırı bir geçişin ortasındayız. Hiçbir öngörü yok. İpucu yok. Hiç bir şey. Dünya düzeninin eski ve katı yapılarının yeniden şekillendiğini görmek güzel ama sonrasında ne olacak?
Bu nedenle birçok kişi çağımızın “belirsizlik çağı” olduğunu düşünüyor. Ben buna aynı zamanda “labirent çağı” da diyorum; stratejik öngörü olmadan, yani ahlaki ve reelpolitik arasındaki stratejik uyum olmadan içinde sıkışıp kalacağımız bir çağ.
Bunu araştırdıktan sonra şimdi çok önemli bir soruya dönüyoruz: Böyle bir stratejik uyum neden bu kadar önemli?
Ahlaki kaygıların olmadığı bir dünya hayal edin. İttifaklar çöl kumları gibi değişecek, verilen sözler hiçbir sonuç doğurmadan bozulacak ve ulusal çıkarların peşinde koşmak, ne kadar acımasız olursa olsun her türlü eylemi meşrulaştıracaktı. Bu tamamen reelpolitik bir dünyanın distopik vizyonudur. Tarih, geleneksel olarak kendilerinden beklenen ahlaki rehberlik konusunda çöküş yaşayan toplumların sayısız örneğini sunar. Günümüzde de, net bir ahlaki yönelimin olmadığı durumlarda da görülebilen bu tür bir çöküşün örnekleri yaşanmaktadır.
İsrail’in Gazze’deki savaşı şu ana kadar 34.000’den fazla insanı öldürdü. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR), 15 Şubat 2024 itibarıyla Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonucu 30.457 sivilin hayatını kaybettiğini doğruladı. Bu rakamların aslında daha yüksek olabileceği belirtiliyor. Yemen’de 10’uncu yılına giren iç savaş, yüzbinlerce Yemenlinin ölümüyle sonuçlandı ve ciddi bir insani krizi tetikledi. BM, Suriye iç savaşındaki kayıpların 350.209 (minimum, yalnızca belirlenenler) olduğunu kaydetti. Bu savaş istatistiklerine küçük ya da büyük pek çok şey eklenebilir.
Alternatif olarak asimetrik rekabetin etkisi, vahşi kapitalizm, güç mücadeleleri, ayrımcılık ve daha fazlası gibi ahlaksızlığın daha az görünen ancak aynı derecede sorunlu yönlerini tartışabiliriz. Bu faktörlerin tümü toplumlar için önemli yüklere ve zorluklara katkıda bulunmaktadır.
Ancak yaşadığımız dünyanın gerçekliğini de kabul etmek önemli. Dağınık bir yer. Ahlak ve idealler asil özlemlerdir, ancak uluslararası ilişkilerin inatçı alanında, bir doz gerçekçilik çoğu zaman yutmamız gereken acı haptır. Reel politikanın devreye girdiği yer burasıdır.
“Gerçekçi politika” anlamına gelen Almanca bir terim olan Realpolitik, dış politikada ideallerden ziyade pratik düşünceleri vurgular. Birincisi, realpolitik bizi dünyayla istediğimiz gibi değil, olduğu gibi yüzleşmeye zorluyor. Bizi uluslararası ilişkilere hakim olan güç dengesizliklerini ve çatışan çıkarları kabul etmeye zorluyor. Bu acımasızlık anlamına gelmez. İşbirliğinin çoğunlukla ulusal çıkarlara çatışmadan daha iyi hizmet ettiğini kabul eder. Etik hususları tamamen engellemez. Sadece ahlakın katı bir sınırlama değil, yol gösterici bir ilke olması gerektiğini savunur. O halde Realpolitik, şüpheciliğin kutlanması değildir; bu, gerçekliğin tanınmasıdır. Bu bize, etkili dış politikanın ulusal çıkarların net bir şekilde anlaşılmasını, uzlaşma isteğini ve gücü stratejik olarak kullanma becerisini gerektirdiğini hatırlatır.
Buradaki zorluk, ahlak ile reelpolitik arasındaki uyumu yakalamakta yatmaktadır. Güç dinamiklerinin gerçeklerini dikkate almadan sadece ahlaki ilkelere başvurmak saf idealizme yol açabilir.
Anahtar, uluslararası sistemin kısıtlamalarını ve fırsatlarını kabul ederken stratejik ahlakta ve etik ilkelerin uygulanmasında yatmaktadır. Bu, güç ilişkilerinin anlaşılmasını, diplomasiye katılma isteğini ve mümkün olduğunda ortak zemin bulma becerisini gerektirir. Bir zamanlar merhum Amerikalı ilahiyatçı ve etikçi Reinhold Niebuhr şöyle demişti: “Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme sükunetini, değiştirebileceğim şeyleri değiştirme cesaretini ve aradaki farkı anlayacak bilgeliği ver.” Önemli olan bu farklılığın farkına varmakta yatıyor.
Türkiye örneği
Türkiye’nin dış politikasında pragmatizmi ve gerçekçiliği ana yol gösterici ilkeler olarak benimsemesinin üzerinden epey zaman geçti. Ülke, bir yandan Batı ülkeleriyle geleneksel ittifakını sürdürmeye çalışırken, bir yandan da Rusya’nın da dahil olduğu Doğu’ya doğru zorlu bir yolculuğa çıktı. (Doğu-Batı tartışmalarında Rusya’nın uygun şekilde sınıflandırılması konusunda çoğu zaman kararsız kaldığım için lütfen beni bağışlayın.)
Özetle Türkiye’nin dış politikası, realpolitik yoluyla çıkarlarını en üst düzeye çıkarma arzusuyla şekilleniyor. Ülkenin manevra kabiliyetindeki ustalığı zaman zaman idealizm tartışmaları nedeniyle yurt içinde ve yurt dışında eleştirilere yol açmaktadır. Ancak ülkenin tutarlı bir duruş sergilediği bazı konular var. Bunlar arasında İsrail-Filistin çatışması, Kıbrıs anlaşmazlığı ve Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığı da yer alıyor.
Türkiye’nin ister Doğu’da ister Batı’da olsun geleneksel ittifaklarından uzaklaştığını söylemek yanlış olur. Örneğin, NATO’nun genişlemesini açıkça desteklerken, AB katılım müzakerelerinin yenilenmesi için baskı yapmayı veya Rusya ile daha fazla işbirliği aramayı dört gözle bekliyor. Körfez ülkeleriyle ortaklıklar da masada. Latin Amerika’da ya da Afrika’da Türkiye’yi görebilirsiniz. Çin bazı alanlarda başka bir ortaktır. Türkiye’nin belli bir yaklaşımdan uzaklaştığını söylemek istersek, ülkenin romantizm ilkelerinden uzaklaştığını söyleyebiliriz.
Peki bu “reelpolitik savunucusu” ve “romantizm düşmanı” Türkiye ahlaki değerlerden yoksun mu?
Cevap hayır!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanlarından Fatima Gülhan Abushanab, Türkiye’yi çatışmalar, ittifaklar, güç etrafında dev bir kaos topu haline gelen bir dünyada zarif bir denge kurmaya çalışan bir ülke olarak tanımlamak için “Müslüman Realist” terimini geliştirdi. oyunlar ve daha birçok etkenle birlikte kalıcı barışın tesisine katkıda bulunur. Bu kavram sayesinde Türkiye’nin gerçekçi bir bakış açısıyla ve kutsal din İslam’ın kutsal ahlaki kırmızı çizgilerini benimsemiş bir devlet aklıyla kötülükle mücadele etmeye çalıştığını ifade ediyor.
Örneğin Rusya-Ukrayna çatışmasında Türkiye reel politikayı ahlaki kaygılarla dengeledi. Çatışmayı sona erdirme umuduyla diyaloğu kolaylaştırarak hem Moskova hem de Kiev ile açık iletişim kanallarını sürdürdü. Ankara, Kremlin’in neden olduğu sivil ölümlerini kınarken, Rus yönetimiyle diplomatik ilişkilerin sürdürülmesinin öneminin farkına vardı. Tamamen ahlaki bir duruş, Rusya ile iletişimi kesebilir ve barış çabalarını engelleyebilir. Tersine, tamamen realpolitik odaklı bir yaklaşım, Türkiye’nin daha güçlü olan partiyle aynı safta yer almasına yol açabilirdi. Türkiye dengeli bir yaklaşım izleyerek kendisini bölgede arabulucu olarak kabul ettirmiştir. Ünlü İstanbul konuşmalarını bu şekilde organize edebildi.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin AB ilişkilerine yaklaşımı dengeli bir duruş sergilemektedir. Ülkenin Avrupa Birliği ile ilişkileri yeterince çetrefilli olsa da Ankara, ayrımcılık ve sosyal sorunlar gibi konulardaki endişelerini dile getirirken Brüksel ile olumlu bir gündeme açık kalmayı sürdürüyor. AB’nin tüm taleplerini basitçe kabul etmekle kalmıyor, bunun yerine karşılıklı fayda sağlayan bir platforma dayalı tam üyelik arzusunu da vurguluyor. Kısaca blok içinde taraflı yaklaşımlar yerine adil muameleyi amaçlıyor.
Türkiye’nin Birleşmiş Milletler içindeki konumu, onun reelpolitik ve ahlaki hususları dengeleme becerisinin de bir örneğidir. Ülke, BM’nin sadık bir destekçisi olmakla birlikte aynı zamanda örgüt içinde sistematik değişimi de savunuyor. Ankara, BM’nin mevcut yapısının adaletsizliklere yol açtığına inanıyor ve reform ihtiyacını yüksek sesle dile getiriyor. Bu, BM’nin feshi çağrısını değil, daha adil bir dünyayı teşvik etmek amacıyla Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin ayrıcalıklarının ortadan kaldırılması gibi değişiklik çağrısını ima ediyor.
Kısacası, bugün yaşadığımız dünya, uluslararası ilişkilerde ahlaki değerler ile reelpolitik arasında stratejik bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Bu stratejik denge sadece teorik bir kavram değildir; zorluklarla başa çıkmak ve daha barışçıl ve adil bir dünya inşa etmek için pratik bir zorunluluktur. Aksi takdirde devletlerin labirent çağında çıkış yolu bulması zor olacaktır. Çatışma bölgelerinin çoğalması ve ortak güvenlik tehditleri bir endişe konusu haline geldi ve bu endişe, labirent çağı bağlamında özellikle şiddetlidir.