İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları devam ederken Netanyahu yönetimi benzeri görülmemiş bir izolasyonla karşı karşıya kalıyor. Biden yönetimi ve birkaç Avrupa ülkesi dışında İsrail’in saldırgan politikalarına açık destek çok az. Bu izolasyon hem küresel hem de bölgesel olarak İsrail’in güvenliğini artırmaz. 7 Ekim olaylarının ardından güvenlik adına yüzde 70’i kadın ve çocuk olmak üzere 40 binden fazla kişinin ölümünden sorumlu olan İsrail, şimdi de eylemlerinin yansımalarıyla yüzleşmesi gereken bir aşamaya giriyor. . Bu hesaplaşma sadece İsrail Devleti için değil aynı zamanda daha geniş Yahudi toplumu için de derin bir güvenlik krizine işaret ediyor. Netanyahu hükümetinin Gazze’deki sert taktiklerini sürdürmesi halinde İsrail’in güvenlik krizi onarılamaz hale gelebilir ve devletin gelecekteki varlığına ilişkin kritik sorular ortaya çıkabilir.
Mevcut krizin 7 Ekim’den sonra aniden ortaya çıkmadığını kabul etmek önemlidir. Bunun yerine, İsrail’in, devletin resmi olarak kurulmasından önce başlatılan ve azalmadan devam eden işgal stratejisinden kaynaklanan daha derin, uzun süredir devam eden bir meşruiyet meselesini yansıtıyor. Aslında İsrail, ontolojik düzeyde derin bir meşruiyet kriziyle karşı karşıyadır; bu kriz 7 Ekim’den bu yana yoğunlaşmıştır. İsrail’in Filistin topraklarını 1948’den bu yana tutarlı bir şekilde işgal etmesi, onun işgalci bir güç olduğunu açıkça göstermektedir. Kontrolü altındaki topraklar doğası gereği İsrail’e ait değil, Filistin devletine ait. Sonuç olarak İsrail, başka bir egemen ulusun ve halkının topraklarını hukuka aykırı olarak işgal eden bir devlet olarak görülmelidir.
7 Ekim olaylarından bu yana İsrail’in meşruiyet temeli tamamen aşındı. İsrail yalnızca işgalci bir güç değildir; aynı zamanda Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) incelemesi altında olan ve soykırım iddialarıyla karşı karşıya olan bir devlettir. Ayrıca liderleri, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) çıkardığı tutuklama emirlerine de maruz kaldı. Bu durum, uluslararası kuruluşlardan ve uluslararası diplomatik çevrelerden izolasyonuyla birleştiğinde iki önemli sonuca yol açıyor: meşruiyet kaybı ve derinleşen güvenlik krizi.
Uluslararası hukuk cephesi
İsrail’in güvenlik krizini varoluşsal bir ikileme dönüştüren temel faktör, Netanyahu yönetiminin Gazze’deki Filistinlilere yönelik sert eylemleridir. Soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla karakterize edilen bu eylemler, Gazze’de yaşananların konvansiyonel bir savaşın ötesinde olduğunu gösteriyor. Aslında 7 Ekim’den bu yana gerçekleştirilen askeri operasyonlar, geleneksel anlamda savaş olarak sınıflandırılamaz; çünkü İsrail ordusu, aralarında çok sayıda kadın ve çocuğun da bulunduğu ağırlıklı olarak sivilleri hedef alıyor. Kullanılan yöntemler, meşru meşru müdafaanın sınırlarını aşmış, bunun yerine belirli bir etnik ve dini topluluğun sistematik ve kasıtlı olarak yok edilmesini hedeflemiştir. Bunun çarpıcı bir örneği, İsrail’in yakın zamanda “güvenli bölge” ilan ettiği Refah’taki geçici sivil sığınma evine düzenlediği saldırıdır. Bu eylem uluslararası hukukun kasıtlı bir ihlalidir. İsrail hükümeti, 7 Ekim’den bu yana askeri operasyon kisvesi altında savaş suçu, soykırım ve insanlığa karşı suç teşkil eden çok sayıda eyleme girişti.
İsrail’in gerçekleştirdiği eylemler, uluslararası hukukta derin bir meşruiyet krizini hızlandırdı. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı açtığı soykırım davası, İsrail’i soykırımla suçlanan bir devlet olarak konumlandırdı. Bu etiket, mahkemenin nihai kararı ne olursa olsun varlığını sürdürüyor ve İsrail’in kendi tarihsel anlatılarına dayanan kendine özgü ulusal kimlik anlatısını baltalıyor. Dışlanma, mağduriyet, sürgün ve soykırım anlatıları, bu noktadan sonra Gazze’de İsrail’e atfedilen eylemlerle şekillenen Filistin kimliğiyle kalıcı bir şekilde iç içe geçecek. Dahası, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin İsrailli yetkililer hakkında tutuklama emri çıkarma kararı, hukuki incelemeye ek bir katman getiriyor. Bu karar, İsrail’i hem Birleşmiş Milletler çerçevesinde hem de ötesinde yargı süreçlerinin merkezine yerleştirerek uluslararası hukuki zemindeki meşruiyet krizini yoğunlaştırıyor.
Diplomatik cephede kriz derinleşiyor
İsrail’in meşruiyet krizi, eylemleri nedeniyle uluslararası hukukta gayri meşru bir soykırım rejimi olduğu iddiasının ötesine geçiyor. Hem küresel hem de bölgesel ölçekte İsrail giderek diplomatik açıdan izole hale geldi. 7 Ekim’den önce İsrail, İbrahim Anlaşmaları yoluyla bölgesel izolasyonunu hafifletmeye çalışıyordu. Ancak 7 Ekim olaylarının ardından bölgesel normalleşmeye yönelik bu çabalar sona erdi ve İsrail kendisini bir kez daha diplomatik olarak izole edilmiş buldu. Buna karşılık çok sayıda devlet İsrail ile ilişkilerini yeniden değerlendirdi, desteklerini Filistin’e kaydırdı ve iki devletli çözümü savundu. Bu değişimin önemli bir tezahürü, İsrail’in diplomatik başarısızlıklarının altını çizen, Filistin devletinin İspanya, İrlanda ve Norveç tarafından yakın zamanda resmi olarak tanınmasıdır. Böylece Filistin’i tanıyan ülke sayısı 142’ye yükseldi.
İsrail’in diplomatik izolasyonu, eylemlerinin başta Birleşmiş Milletler olmak üzere yaygın eleştirilere maruz kaldığı uluslararası örgütler alanında da dile getiriliyor. Bu değişimin önemli bir göstergesi, BM Genel Kurulu’nun, Filistin’in gözlemci statüsünü değiştirmeyi amaçlayan ve İsrail’in politikalarına karşı devrim niteliğinde bir meydan okumayı temsil eden yeni bir kararı kabul etmesidir. Bu karar Güvenlik Konseyi’nden geçmemiş olsa da, sembolik önemi, İsrail’in Gazze’deki gayri meşru sayılan faaliyetlerine verilen küresel tepkinin altını çiziyor. Buna ek olarak çok sayıda bölgesel kuruluş, İsrail’in Gazze’deki iddia edilen savaş suçları ve soykırımını ele alarak İsrail devletini güçlü bir şekilde kınadı.
Küresel vicdan, uluslararası sivil toplum
İsrail, yalnızca uluslararası hukuki cephede hukuki olarak değil, aynı zamanda uluslararası siyasi sahnede diplomatik olarak da kapsamlı bir meşruiyet kaybıyla karşı karşıya kaldı. Bu meşruiyet krizi küresel insanlığın vicdanına kadar uzanıyor. İsrail, Gazze’deki eylemlerine tepki olarak şu anda ABD başta olmak üzere Avrupa başkentlerinde ve dünyanın birçok ülkesinde yaygın protestolara maruz kalıyor. Ayrıca İsrail’i destekleyen birçok şirket boykotla karşı karşıya kalıyor. ABD üniversitelerindeki İsrail’i koruyan çifte standart uygulama çabalarına rağmen, İsrail’e yönelik kınama ve ABD’nin ona desteği giderek artıyor. Son 20 yılda görülen en kapsamlı gösteriler arasında yer alan bu gösteri dalgası, çok önemli bir ana işaret ediyor. Daha da önemlisi, bu küresel protestolar, yıllardır İsrail’e bir tür koruma şemsiyesi sağlayan soykırım endüstrisinin etkisizliğini gösteriyor. Sonuç olarak İsrail, küresel insanlık vicdanındaki yerini kaybetmiştir.
İsrail, hukuki, diplomatik ve küresel insan vicdanı olmak üzere birçok boyutta kendini gösteren derin bir meşruiyet krizi yaşıyor. Bu çok yönlü kriz, İsrail’in meşruiyetini yeniden kazanması açısından önemli bir zorluk teşkil ediyor. Gazze’de izlediği soykırım politikaları, insanlığın kolektif hafızasına silinmez bir şekilde kazınmış olup, İsrail’in uluslararası toplumdaki yerini yeniden tesis etmesini son derece zorlaştırmaktadır.