Fransız Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşları dönemine (1789-1814), yoğunlaşan emperyalist döneme (1871-1914) ve savaşlar arası döneme (iki dünya savaşı arası (1919-1939) benzer şekilde günümüz dünyası, Günümüz modern zamanlarının en istikrarsız dönemleri. Mevcut küresel sistemi kuran güçlerin uluslararası kuralları, ilkeleri, normları ve rejimleri sistematik olarak ihlal etmesiyle düzene dayalı dünya düzeni çöktü. Dünya sistemi ne yazık ki son dönemde derin bir kriz içerisinde. Batı’daki hükümetler ve siyasi aktörler küresel siyasi, ekonomik ve sosyal krizlere katkıda bulunuyor.
Son dönemde Batı ülkeleri büyük ölçüde aşırı sağcı, aşırı milliyetçi ve faşist hükümetler tarafından yönetiliyor. Batı’da yükselen siyasi güçler küreselleşmeye, evrenselciliğe, insan haklarına, kozmopolitizme ve çok taraflılığa büyük ölçüde karşı çıkıyor. İki tanınmış liberal demokrasi olan ABD ve İngiltere’de aşırı sağ liderler Donald Trump ve Boris Johnson iktidara geldi. İlginçtir ki bu ülkelerdeki diğer politikacıların da bu ikisinden hiçbir farkı yok. Geçen hafta gerçekleştirilen son Avrupa Birliği parlamento seçimleri bu tehlikeli eğilimin açık bir göstergesidir.
Aşırı sağdaki yükseliş ayaklanmalara yol açtı
İlk sonuçlara göre aşırı sağcı siyasi partiler, son Avrupa Birliği parlamento seçimlerinde nispeten ana akım siyasi partilere karşı önemli kazanımlar elde etti. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Avusturya Başbakanı Karl Nehammer gibi iktidardaki siyasi aktörler büyük darbe aldı. Bazı ülkelerde (Fransa, İtalya ve Avusturya) aşırı sağ siyasi partiler birinci olurken, birçok ülkede (Almanya ve Hollanda) ikinci sırada yer alıyor. Örneğin aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi, 27 AB ülkesinden seçilen 720 milletvekili arasında ikinci sırada yer alacak. Öte yandan Macron’un ezici yenilgisi, Parlamentoyu feshetmesine ve 30 Haziran ve 7 Temmuz’da iki turlu erken seçim yapılacağını duyurmasına yol açtı.
AB parlamentosu seçim sonuçlarının temel sonuçlarına baktığımızda, sonuçların çoğunlukla uluslararası politikada olumsuz bir rol oynayacağını rahatlıkla görebiliriz. Aşağıda bu çıkarımlardan bazılarını özetleyeceğim.
Her şeyden önce, sonuçlar Avrupa şüphecilerinin Avrupa’daki etkisini güçlendirecek. AB’nin ortak değerlerine inanmayan Avrupa şüphecileri önümüzdeki beş yıl boyunca Avrupa Parlamentosu’na hakim olacak. Seçim sonuçları, Avrupalıların eskisinden daha fazla Avrupa karşıtı olduğunu ve AB değerlerine olan inançlarını yitirdiklerini gösteriyor. Ana akım ve Avrupa yanlısı partiler Meclis’te baskın güç olmaya devam etse de, bazı Avrupa yanlısı partiler büyük kayıplar yaşadı. Sol ve sağdaki aşırılıklar kıtanın her yerinde destek kazandı. Yani Avrupa karşıtı siyasi partiler güçlerini birleştirmeyi başardıkları takdirde bir sonraki Parlamento’da büyük bir blok oluşturacak ve Avrupa karşıtı partilerin etkisi önümüzdeki dönemde daha da artacak.
İkincisi, AB parlamento seçim sonuçları, kuzey kademedeki Avrupa ülkeleri (İsveç, Danimarka ve Finlandiya) ile güney kademedeki Avrupa ülkeleri arasında yeni bir siyasi fay hattını ortaya çıkardı. Aşırı sağcı siyasi güçlerin güneydeki ülkelerde oyları artarken, İskandinav ülkelerinde oyları azaldı. İkinci grup eyaletlerde sol ve yeşil partilerin oyları arttı. Aşırı milliyetçi siyasi partilerin yükselişiyle birlikte çok taraflı siyasi ve ekonomik platformlar, yani AB kurumları, aşırı milliyetçilerin AB kurumlarına güvenmemesi nedeniyle önemini yitirecek.
Üçüncüsü, aşırı sağcı siyasi partilerin Avrupa Parlamentosu’nda birleşik cephe oluşturması hâlâ çok zor. Aşırı sağcı siyasi partiler muhalefet konusunda hemfikir ancak geleceğe dair beklentileri farklı. Hepsi AB’ye, küreselleşmeye, çok kültürlülüğe ve göçe karşı. Ancak birbirleriyle çelişen milliyetçi politikaları sıkı bir şekilde takip ediyorlar.
Dördüncüsü, Avrupa’daki seçim sonuçları, Hindistan gibi dünyanın diğer yerlerindeki aşırı sağcı siyasi aktörleri motive edecek. Aşırı milliyetçiliğin aktörleri, prensip olarak, uluslararası politikada sıfır toplamlı bir oyun oynuyorlar. Dolayısıyla AB seçim sonuçları küresel siyasi istikrarsızlığa katkıda bulunacaktır. Sonuç olarak Batılı ve Batılı olmayan küresel güçler arasındaki küresel rekabeti yoğunlaştıracak, bölgesel ve küresel krizleri derinleştirecektir.
Son olarak, seçim sonuçları birçok Avrupa ülkesinde ana akım hükümetlerin çoğunun pozisyonlarını kaybettiğini gösterdi. Örneğin Fransa ve Almanya’da hükümetler parlamentodaki sandalyelerini kaybetti. Ana akım siyasi partilerin politikalarına baktığımızda ana akım siyasi partilerle aşırı sağ partiler arasında çok fazla bir farkın olmadığını rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Mesela Sosyal Demokrat Olaf Scholz’un hükümeti ile aşırı sağcı bir siyasi partinin Filistin-İsrail sorunu da dahil olmak üzere pek çok konudaki politikaları arasında pek bir fark yok. Bu nedenle insanlar doğal olarak sahte siyasi güçlere değil, gerçek siyasi güçlere oy vermeyi tercih ediyor.
Sonuç olarak, Avrupa’daki gerçek ana akım siyasi aktörlerin kaybı, Avrupa halkının aşırı sağcı siyasi partilere oy vermesine yol açtı. Devletler arasındaki sağlam karşılıklı bağımlılık göz önüne alındığında, er ya da geç birçok Avrupa devletinde büyük zararlarla sonuçlanacaktır. Bu sürecin devam etmesi sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada yıkıcı bir siyasi ve toplumsal atmosferle sonuçlanacaktır.