Haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin ardından aşırı sağın yükselişi, Avrupa ve dünyanın son yıllarda karşılaştığı en endişe verici ve küresel olarak önemli gelişmelerden biri oldu. Aşırı sağın yükselişte olduğu uzun zamandır bilinmesine rağmen, AP içinde bu kadar güç kazanmaları şaşırtıcıydı. Sol ve liberal partilerin oy kayıplarını istifalar ve erken seçim kararları izledi.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Ulusal Meclisi feshederek erken seçim kararı alırken, Belçika Başbakanı Alexander De Croo istifa ettiğini duyurdu.
Almanya’da benzer hamleler olmasa da Başbakan Olaf Scholz ve partisi Sosyal Demokratlar’a yönelik eleştiriler yeniden gündeme geldi. Macron’un erken seçim kararı başlangıçta iktidarını sağlamlaştırmanın bir yolu olarak düşünüldü ancak tam tersine bu karar aşırı sağı güçlendirdi.
Peki Fransa’da aşırı sağın zaferi Avrupa’nın kaderini değiştirecek mi?
Kriz hareketi: Aşırı sağ
Siyasi partiler bir ülkenin siyasi sistemindeki başlıca aktörlerdir. 19. yüzyıldan sonra siyasi partilerin sistemdeki gücü artarken ideolojik yönleri de güçlenmeye başlamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki dönem bunun temel bir örneğidir. Bu nedenle siyasi partilerdeki aşırı sağla uğraşırken ideolojik bir oluşumla belirli bir iktidar biçimi aradıklarını unutmamalıyız. Aşırı sağın birçok farklı versiyonu olmasına rağmen, otoriterlik, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik, liberal demokrasiye karşı direnç ve seçkincilik karşıtlığı gibi bu yaklaşımı tanımlayan belirli özelliklerle karşılaşıyoruz. Savaş dönemindeki neo-faşist yaklaşımlar ve artan milliyetçilik ekonomik krizlerle beslenmiş ve güçlenmiştir. Elbette buna “biz ve öteki” ayrımı da eklendiğinde hem iç hem de dış politikada “bizi” güçlendiren bir destek alanı ortaya çıkmaktadır. II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ve insan hakları ihlallerinden sonra uluslararası aktörler aşırı sağcı hareketleri kara listeye alarak küresel barışı sağlamak için temel adımlar atmışlardır.
Sistemde Soğuk Savaş süreci başlamış olmasına rağmen Avrupa’da askeri bir yıkım süreci görmedik. Dolayısıyla aşırı sağ, iktidarı yeniden ele geçirmek ve faaliyetlerine devam etmek için bekleyerek fırsatı yakaladı. Doğal olarak sistemdeki Doğu-Batı ayrımı nedeniyle, 1970’lerde refah devleti ile güçlendirilen Batı’nın ekonomik yapısı da aşırı sağın güç kazanabileceği bir ortamı zayıflattı. Ancak 1980’lerden sonra küreselleşmenin etkileri, ucuz işgücüne olan talep ve Avrupa ülkelerine yoğun göç, yabancı düşmanlığını önemli ölçüde artırdı. Son olarak Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve hızlanan göç dalgaları, toplumsal hareketlilik, uluslararası krizler ve siyasi istikrarsızlık aşırı sağ eğilimler için fırsat yarattı. Aşırı sağ, “bizi” beslemeye başlayan bir sorunlar sistemini kendi lehine çeviriyordu. Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde aşırı sağ, birden fazla dalgayla yavaş yavaş kendini yeniden kurdu.
2014 yılı itibarıyla Avrupa’da aşırı sağ desteğinde artan bir değişim yaşandı. Avrupa’da sağın eski söylemi revize edildi ve yabancı düşmanlığı İslamofobi ile birleşti. Öteki üzerinden var olan siyaset, işsizlik ve göçmen sorunları ile iktidardakilerin “bizi” anlamadığı ve “ötekine” karşı onları korumadığı söylemiyle güçlendirildi. Bu durum özellikle sosyo-ekonomik kazanımlarında gerileme yaşayan Avrupa toplumları için büyük bir sorun. Sonuç olarak Arap Baharı, Suriye Krizi, Rusya-Ukrayna savaşı ve göçmen sayısının artması gibi kitlesel göçü artıran çatışma alanlarının artması, Avrupa’da merkez partiler yerine sağın söylemini destekledi.
Liberal yaklaşıma sahip partiler aşırı sağa aradığı tabanı verdi. Merkezdeki iktidar partileri, özellikle sosyo-ekonomik entegrasyonu zayıf çatışma bölgelerinin sorunlarını içselleştirerek dış politikalarındaki sorunları çözememeleri nedeniyle zayıfladılar. Böylece, II. Dünya Savaşı’nı anımsatan, aşırı sağda 21. yüzyıl faşizm ve milliyetçilik versiyonları ortaya çıktıkça Avrupa’da kaos çıktı. Aşırı sağın yükselişindeki dramatik ivme, özellikle İslamofobi tarafından desteklendi ve araçsallaştırıldı.
Avrupa’daki aşırı sağ, ABD’deki 11 Eylül saldırılarından sonra giderek daha fazla İslamofobik yaklaşımlar kullanmaya başladı. Özellikle Avrupa’daki terör saldırıları bunun en temel araçları haline geldi. Doğu’dan Batı’ya artan göç ve 2008’den bu yana Avrupa’daki ekonomik kriz ve işsizlik oranlarındaki artış, aşırı sağ söylemlerde uluslararası terörizmin bir uzantısı olarak “işleri ellerinden alınan Avrupalı Halk” imajını daha da güçlendirdi.
Macron’un güveni yerle bir oldu
Avrupa’daki diğer sağcı örnekler gibi Fransa da son yıllarda giderek artan bir popülizm etkisi yaşıyor. Göçmen karşıtı söylem, milliyetçi politikalar ve AB karşıtı duygular gibi sağın tüm araçlarının Marine Le Pen ve partisi Ulusal Birlik (RN) aracılığıyla Fransa’da kullanıldığı bir süreçte, AP içindeki seçimlerde oy artışı önemli. Le Pen, Ulusal Birlik’in eski lideri Jean-Marie Le Pen’in kızı. Jean-Marie Le Pen, siyasete yakın, kararlı bir isim olarak öne çıkıyor. İktidarda olmasa da, özellikle aşırı sağın temsilcisi olarak geçirdiği yıllarda, gücü yadsınamaz.
Partiyi babasından devraldığında partinin adı Ulusal Cephe’ydi. Aşırı sağın önemli bir temsilcisi olan Marine Le Pen, 2022 cumhurbaşkanlığı seçimleri için adaylığını açıklamasıyla öne çıktı. Macron’a karşı çıkan Le Pen, ilk turda oyların %23,2’sini alarak ikinci oldu ve seçimler ikinci tura kaldı. Sonuç olarak Macron zaferini ilan etti, ancak 2024’te her şeyin değiştiğini gördü. Rusya-Ukrayna savaşı devam ederken enflasyon ve çiftçi protestoları gibi iç politik sorunlar nedeniyle Fransa’da seçimlerin nasıl ilerleyeceği belirsizdi.
Fransa Ulusal Meclisi’nin feshedilmesi kararı, değişen siyasi dinamiklere ve yeni bir yetkiye duyulan ihtiyaca yanıt olarak alındı. Ancak, hafta sonu Fransa’da erken genel seçimlerin ilk turundan sonra, RN oyların %34’ünü aldı. Bu, Macron için büyük bir güven kaybı anlamına geliyor. Öte yandan, Le Pen, RN lideri Jordan Bardella’nın başbakan olması için destek arıyor.
28 yaşındaki Bardella, genç Fransız vatandaşları arasında dikkat çeken bir isim. Sosyal medyada oldukça aktif olan aşırı sağcı RN partisinin lideri Bardella, başbakan olursa tüm Fransız halkına hizmet edeceğini duyurdu. Ancak, Fransız halkı dışında “diğerleri” konusunda net bir duruşunun olmaması düşündürücü. Göçmen karşıtı ve İslam karşıtı tutumları göz önüne alındığında, bu konu yalnızca Fransa için değil, aynı zamanda Avrupa için de yakında sorun yaratabilir. Ancak, bu genç aşırı sağcı figürün kendisinin de İtalyan kökenli bir ailenin tek çocuğu olduğu unutulmamalıdır.
Le Pen ve Ulusal Birlik, milliyetçi bir gündemi olan merkez ve geleneksel partilerden hayal kırıklığına uğramış seçmenlere hitap ediyor. Ayrıca katı göç politikası odağı ve İslam karşıtı söylemiyle de dikkat çekiyor. En önemlisi, Avrupa şüphecisi olması ve elbette Avrupa’nın sürüklendiği Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin çekingen görüşü. Le Pen’in Putin ile yakın ilişkileri Fransa’nın Ukrayna’ya olan desteğini sonlandıracak mı, yoksa en azından daha iyimser bir bakış açısından değiştirecek mi? Elbette, en önemli gelişme, RN kazanırsa, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Fransa’da ilk kez aşırı sağcı bir partinin iktidara gelmesi olacak.
Son olarak, Fransa’da aşırı sağın zafer kazanma olasılığı önemli bir olasılıktır. Hiçbir parti mutlak çoğunluğu sağlayamazsa, ülke siyasi felçle karşı karşıya kalabilir. Temel günlük işleri yürütmek için geçici bir hükümet gerekebilir. Kısacası, Macron’un özgüveni geri kazanmaya yönelik güç oyunu girişimi, Fransa’nın siyasi manzarasında önemli bir değişime yol açabilir.