Nobel İktisat Ödülü sahibi Daron Acemoğlu, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk ile benzer bir kader yaşamak üzere gibi görünüyor. Nobel’i küçümseyen, “zaten bunu dediği için verdiler” şeklinde haksız yere eleştirilen Nobelliler listesine girmesine ramak kaldı. Bunun nedeni, ülkelerin tarihini demokrasi, kurumlar ve katılımcılık perspektifinden değerlendirirken, kendi ülkesi ve Atatürk dönemi hakkında da bir gaf pratiği sergilemesi: “Atatürk o dönemde siyasi sistemi dönüştürme opsiyonuna sahipken, güç merkezileştirmeye yöneldi. Gerçekten daha demokratik bir yaklaşımın mümkün olup olmadığı tartışılabilir. Niçin? Çünkü Osmanlı’dan itibaren, yani Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki parlamentolar daha çoğulcu bir yapıya sahipti. İstiklal Savaşı sırasında bile bu çeşitlilik mevcuttu. Atatürk iktidarı tam ele geçirmeden önce.” Acemoğlu’nun Türkiye’deki gelişmelerden oldukça uzak kaldığı ve Türkiye’yi 2010’ların atmosferi içinde görmeye devam ettiği anlaşılıyor. Gerçekler hakkında bilgi sahibi olanlar, “neden şimdi bu konularla ilgilenelim ki?” diyerek cehaletin örtüsüne bürünüyorlar ve kendilerini Instagram Kemalizminin güvenli limanlarına bırakıyorlar. Bugünkü iktidara tepki gösterenler, geçmişe dair hayali yanıtlar araştırarak kendilerini avutuyor ve tarihin sırtına, “Bunların üstesinden ancak Atatürk gelebilir!” şeklinde yükleniyorlar. Bu gönüllü cehalet, 90’lar Kemalizmi döneminde oluşan “ikinci cumhuriyetçiler” gibi bir akademik teori üretmiştir ki, her olumsuz durumun nedeni post-Kemalistler olarak fikslenmiştir. Bu basit tarih anlayışı gereği, cahil köylüler, kafeslerde yaşayan kadınlar ve Cumhuriyet’i sadece bir mera gibi gören milletvekilleri ile birlikte, herkesin kaderinin padişahın iki dudağı arasında olduğu bir karamsarlığın ortasında Atatürk’ün bir güneş gibi doğduğunu zannediyorlar. Acemoğlu, 1923’den öncesini Cilalı Taş Devri olarak gören bir kitleye seslenmeyi unuttu. Nobel ödüllü bir ekonomist olarak, Berna Laçin ve Şahan Gökbakar’dan daha az tarih epistemolojisine sahip olduğu anlaşılıyor. Çünkü dünya tarihini incelemiş ve çok satan kitaplar yazmış olsa bile, tarihi kendi bağlamında değerlendirmeyi öğrenememiştir. Peki, o dönemin şartlarını ne olarak ele almak gerekir? Öncelikle o dönemin iç koşullarına bakalım. Şahan Gökbakar ve Berna Laçin’e anlatmak kolay olmasa da, Türkiye, Namık Kemal ve kuşağının büyük fikri ve siyasi mücadeleleri sonucunda, Avrupa’daki birçok ülke ile eş zamanlı ya da birkaç on yıllık bir gecikme ile 1876’da ilk Meclisin açıldığı, ilk Anayasa’nın yürürlüğe girdiği ve bir yıl sonra ilk seçimlerin gerçekleştirildiği bir ülkeydi. Yine şaşırtıcı ancak 1876’da yürürlüğe giren İntihabat-ı Mebusan Kanun-ı Muvakkatı, 1946’ya kadar yapılan tüm seçimlerde geçerli kalmıştı. İki yıl sonra Meclis’in tatile çıkması ve Anayasa’nın rafa kaldırılması ile birlikte, ülkede 30 yıl boyunca Meclisi yeniden açmak için en donanımlı bireyler büyük bir mücadeleye girdi. Gizli cemiyetler kurulmuş, gazeteler çıkarılmış ve nihayetinde 23 Temmuz 1908’de asker-sivil bir kamu ayaklanması ile İkinci Meşrutiyet ilan edilip Meclis tekrar açılmıştır. 1905 Rus Devrimi ve 1906 İran Devrimi sonrasında, Türkiye, padişahın iki dudağı arasında meşruti bir demokrasiye geçiş sağlamıştır. İlan-ı Hürriyet, 1934’e kadar bayram olarak kutlanmış, Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet ve Adalet gibi kavramlar çocuklara verilen yarı kutsal isimler haline gelmiştir. Meclis, Anayasa ve egemenlik konularında, İttihatçılardan İslamcılara kadar geniş bir mutabakat da oluşmuştur. Esas olarak etkileyici bir haberdir ki, Türkiye’de ilk çok partili seçimler 1908’de gerçekleştirilmiştir. İttihat Terakki ve Ahrar Fırkası’nın adayları bu seçimde yarışmıştır. Çok dinli, çok sesli bir Meclis kurulmuş, Mecliste bir Yahudi sosyalist, bir Arap ittihatçı ve bir Ermeni liberal yer almıştır. Sendikalar kurulmuş, grevler düzenlenmiş, inanmazsınız ama canlı bir kadın hareketi bile var olmuştur. 1909 yılında basın özgürlüğünü esas alan, sansüre karşı ilk basın yasası kabul edilmiştir. Bu yasa, Cumhuriyet sonrasında da geçerliliğini korumuştur. 1908 ile 1919 yılları arasında İttihat ve Terakki Fırkası dışındaki pek çok parti kurulmuştur: Osmanlı Ahrar Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, İttihad-ı Muhammedi Fırkası, İslahat-ı Esasiye-i Osmaniye Fırkası, Ahali Fırkası, Osmanlı Sosyalist Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Milli Meşrutiyet Fırkası, Radikal Avam Fırkası, Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası, Teceddüt Fırkası, Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti, Ahali İktisat Fırkası, Sosyal Demokrat Fırkası, Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası… 1911 yılında Meclis-Mebusan’da beş parti bulunmaktaydı. 1911 yılındaki ara seçimlerde muhalefetteki Hürriyet ve İttilaf Partisi’nin adayı başarı sağlamıştır. Bu durum, İttihat ve Terakki’yi telaşlandırmış ve 1912’deki seçimlerde devletin gücünü muhalefet aleyhine kullanmaya yönlendirmiştir. Trablusgarp Savaşı devam etmekteyken, Balkan Savaşı’nın eşiğinde 1912’de seçim yapılmıştır. Sopalı Seçimler, iktidar ve muhalefet arasındaki bu çekişmeye olmuştur. 1913 Babıali Baskını’nın ardından, Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihatçı bir diktatörlük kurulmuştur. 1918’den sonra savaş ve işgal koşullarında çok partili seçimler gerçekleştirilmiştir. 1918 ile 1920 arasında çok sayıda şehirde, Bülent Tanör’ün Yerel Kongre İktidarları dediği seçimle kurulan Meclisler aracılığıyla yönetilmiştir. İstiklal Harbi’ni de bu kongreler başlatmıştır. Savaş sürerken bile seçimlerle milletvekilleri belirlenmiştir. Ankara’ya ulaşamayan Meclis-i Mebusan üyelerinin vekilliklerinin iptali ile ilgili bir yasa tasarısını Birinci Meclis kabul etmemiştir. 1920’de kurulan Birinci Meclis’te savaş kararlarını tartışan güçlü bir muhalefet bloğu vardı. İkinci Grup adı verilen bu muhalefet bloğu, düşünüldüğü gibi karşı-devrimci bir oluşum değildir. Tam aksine, saltanatı ve hilafeti neredeyse oy birliğiyle kaldırmışlardır. Bu mebuslar, saltanatı veya hilafeti geri getirmek istemediklerinin yanı sıra Cumhuriyet’i de yanlış anlamıyorlardı. Ekim 1923’ten önce gazetelerde en büyük tartışma, nasıl bir Cumhuriyet kurulacağı üzerineydi. Tartışmalar, saltanatçılarla cumhuriyetçiler arasında değil, Amerikan, Fransız, İngiliz tarzı cumhuriyet ve yönetim modellerini savunanlar arasında geçmiştir. En büyük kaygı, güçlü Meclis’in denetim yetkilerinin azalması ve rejimin tek adam yönetimine dönmesiydi. CHP kurulmadan önce, Nezihe Muhiddin liderliğindeki bir grup kadın, Kadınlar Halk Fırkası kurmak için çaba gösterecekti fakat izin verilmediği gibi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı için mücadele eden Nezihe Muhiddin’in devlet baskısı ile karşılaştığını maalesef okullarda hala öğretmiyorlar. 1924’ün sonunda ise; İstiklal Harbi komutanları, Halide Edip ve Adnan Adıvar gibi önde gelen entelektüellerin önderliğinde, tek adam yönetimine karşı Halide Edip’in kaleme aldığı liberal bir parti programı çerçevesinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Yani o dönemin insanları ve aydınları, çok partili ve çok sesli bir hayat talep etmekteydiler. Hilafetçi, saltanatçı, şeriatçı ya da devrim karşıtı değillerdi; en az Atatürk kadar ilerlemeci idiler. Türkiye’nin bu potansiyele sahip olduğu aşikardı. Ancak tam da Daron Acemoğlu’nun söylediği üzere 1925’te Takrir-i Sükun ile tek parti diktatörlüğüne geçildi. Partiler kapatıldı, gazeteciler tutuklandı, gazeteler kapatıldı ve İstiklal Mahkemeleri bir tasfiye aracı olarak kullanıldı. Ülkenin en yetkin kadroları ya yurt dışına kaçtı ya da evlerine çekildi. Yani Atatürk tarafından kurulan CHP tek parti rejimi, tam da Acemoğlu’nun ifade ettiği gibi geriye bir adım atıldı. Peki, o dönemdeki dünya şartları böyle bir gelişmeyi mi gerektiriyordu? Hayır. Samuel Huntington’ın gerçekleştirdiği tarihteki üç demokrasi dalgası categorizasyonuna göre, dünyada yaşanan ilk demokrasi dalgası 1828-1926 arasında gerçekleşmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye’de tek parti rejimi inşa edilirken Avrupa’da yükselen bir değer olarak parlamenter demokrasiler vardı. 1920’lerde Cumhuriyet ilan edilirken Avrupa ve dünyanın farklı bölgelerinde 44 partiyle çok partili demokrasi deneyimleri mevcut bulunmaktaydı. Birleşik Krallık, Belçika, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İsviçre ve Norveç’te 1939’a kadar, Almanya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Finlandiya’da 1930’lar sonlarına kadar, Polonya ve Portekiz’de ise 1926’ya kadar çok partili demokrasinin sürekliliği sağlanmıştır. Komşumuz Yunanistan’da 1864’ten 1936’ya kadar, 22-26 yılları dışında toplam 72 yıl, Bulgaristan’da ise 1878’den 1935’e dek kesintiler ve darbeler yaşamış olsa da 66 yıl çok partili parlamenter sistem mevcuttu. İlk olumsuz örnek, 1922’de iktidarı faşistlerin ele geçirdiği İtalya’ydı ama 1929’daki ekonomik krizine kadar bu yaygın olarak kötü bir model haline gelmedi. Türkiye’de parlamenter sistem, halk egemenliği ve çok partili yaşam geleneği oldukça güçlüydü. Siyasi aktörler ve aydınlar bu konuda bilinçli ve talepkar bir yapıdaydı. Gerçekten de 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduğunda yoğun ilgi gördü. İlk yerel seçimde parti baskılara rağmen birçok il ve ilçeyi kazandı. 1945’te demokrasiler savaşı kazandıktan sonra, çok partili hayata geçiş de çok hızlı bir şekilde gerçekleşti. Hiçbir acemilik yaşanmadan hemen partiler kuruldu ve ilk özgür seçimde iktidar değişti. Peki, o dönemlerde Daron Acemoğlu gibi resmi söylemin dışına çıkanların başına ne geldi? Çok benzer sonuçlar. Ülkenin nitelikli insanları, rejimin sadık kalemleri tarafından linç edilmekteydi. Halide Edip, dünyada yankı uyandıran eserleri, röportajları ve konferansları dolayısıyla Türkiye’de yıllarca hain damgası yedi ve yıllarca hedef gösterildi. Ancak 1939’da Türkiye’ye geri dönebildi. 1923’te Sorbonne’dan Türkiye’ye dönen Sadri Maksudi, Denizbank adına itirazda bulununca, ismiyle oyunu kuran Atatürk’ün öfkesine uğradı. Akşam Radyoyu açtıran Atatürk, yanında bulunanları radyoya göndererek sabaha kadar Sadri Maksudi’nin cehaleti üzerine yayın yaptırdı ve ertesi gün gazetelerde tam sayfa olarak yayınladı. Aynı şekilde büyük umutlarla Rusya’dan Türkiye’ye gelen tarihçi Zeki Velidi, Türklerin Orta Asya’dan gelişini konu alan resmi hikayeye itiraz ettiğinde, tıp doktoru Reşit Galip tarafından linç edildi ve ülkeyi terk etmeye mecbur kaldı. Sosyal psikolojinin öncülerinden Muzaffer Şerif, 40’ların faşizmini eleştirdiğinde üniversiteden uzaklaştırıldı ve tutuklandı. Ancak Daron Acemoğlu, ABD’ye kaçarak hayatta kalmayı başardı. Bu tür hikayeler aralıksız bir biçimde devam etti. Eğer Daron Acemoğlu Türkiye’de kalsaydı, tarihin kritik bir anında benzer olaylarla karşılaşmış olabilirdi. Elbette bu durumu Daron Acemoğlu, Şahan Gökbakar’dan daha iyi bilebilir mi? Maalesef günümüz koşulları da böyle. 50 yıl sonra bu dönemin tarihi yazıldığında, “o dönemin koşulları böyleydi, ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban vardı, o dönem koşullarına göre değerlendirelim” diyenler mutlaka olacaktır. Herhalde onlara da benzer bir anlayışla yaklaşılacaktır! Tabii ki o dönemin koşullarının nasıl olacağını kestirmek zor.
Türkiye’yi serin ve yağışlı günler bekliyor. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş, Türkiye genelinde serin havanın birkaç...
Devamını Oku..