İsrail’in 7 Ekim’de Gazze’de başlattığı ve geçen hafta itibarıyla Refah’a yaydığı soykırım acımasızca devam ediyor. 15.000’i çocuk ve 10.000’i kadın olmak üzere 38.000’den fazla Filistinli, Filistin toplumunu yok etmeyi ve büyük İsrail projesinde yeni bir aşamaya geçmeyi açıkça amaçlayan sivillere yönelik katliamlar nedeniyle hayatını kaybetti. 80.000’den fazla Filistinli de gazi oldu. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun tahminlerine göre, 1,7 milyon Filistinli – ülke nüfusunun yaklaşık %80’i – iç göçe maruz kaldı. Bu nedenle, Gazze’de korkunç bir insani kriz var.
Medeniyetin beşiği olduğunu iddia eden ikiyüzlü Batı dünyası, katliamlara kendi yaraşır şekilde göz yumuyor. Ne yazık ki, Müslüman çoğunluklu Ortadoğu ülkeleri Filistin’i desteklemek için birleşmeyi başaramadı. Sonuç olarak, Filistin’deki baskı, bölge ülkeleri kendi aralarında ortak bir zemin bulamadıkları için devam ediyor. İsrail bu gerçeğin farkında olduğu için, çadır kentlere sığınan insanları bile tereddüt etmeden bombalama cüretini gösteriyor. Dolayısıyla, Filistin’deki zulüm kısmen, bölge ülkeleri arasında İslami Tevhid ilkesine benzer birlik eksikliğinden kaynaklanıyor.
Cerrahi Sufi tekkesinin önde gelen liderlerinden merhum Ömer Tuğrul İnançer anısına, hayatı boyunca katıldığı programlarda bu konuyu sık sık gündeme getirmiş, Müslümanların Filistin konusundaki mevcut durumlarının birlik ve beraberliğe bağlı kalmamaları ve derin tefekkür eksikliklerinden kaynaklandığını vurgulamıştır. Esasen, bölgedeki ülkeler Filistin’e yönelik çatışan yaklaşımlarını bırakıp bunun yerine zulme karşı düşünce ve eylemde birlik olsalardı, İsrail Filistin’deki kardeşlerimize bu kadar uzun süre zulmedemezdi.
Ulusal çıkar kaygısı
İslam dünyası dendiğinde ilk aklımıza gelen Orta Doğu ülkeleri, güvenliklerini ve geleceklerini doğrudan etkileyen Filistin meselesinde neden birleşemiyor? Konuyla ilgilenen birçok kişinin sorduğu bu sorunun çok sayıda cevabı var. Bu yazıda sadece bir yönüne değineceğiz. Cevap kısmen devletlerin kendi endişelerini önceliklendirdiği ulusal çıkar kavramında yatıyor. Güç ve güvenliği vurgulayan uluslararası ilişkilerdeki realizmle yakından bağlantılı olan bu kavram, devletlerin dış politika stratejilerinin ve kararlarının anlaşılmasını zorlaştırıyor.
Anlamı bağlama göre değişse de ulusal çıkar, esasen her devletin kaotik bir uluslararası ortamda kendi çıkarlarını önceliklendirmesi ve buna göre hareket etmesi gerektiğini ima eder. Tartışmamız bağlamında, bölgedeki ülkelerin büyük ölçüde önceki tutumlarını korurken, ulusal çıkarlarını önceliklendirmeye yöneldiklerini gözlemliyoruz. Sonuç olarak, İsrail’e birleşik bir yanıt sunmakta, hatta Gazze’deki devam eden krize değinmekte bile zorlanıyorlar.
Burada, Filistin’deki zulmü çevreleyen sessizliğin bölge ülkelerinin ulusal çıkarlarıyla nasıl örtüştüğünü sorgulamalıyız. Bazı uluslar, İsrail’i güvenlikleri için bir tehdit oluşturmadığını düşünerek “kötülük görme, kötülük duyma, kötülük konuşma” yaklaşımını benimsiyor. Diğerleri iç meselelerle meşgul ve bu nedenle Filistin davasına kayıtsız. Ayrıca, bazı ülkeler İsrail’e karşı koyacak güçlerinin olmadığını düşündükleri için sessizliği tercih ediyor. Bölgedeki bazı ülkeler, Ortadoğu’da ABD’nin gözü olan ve dünyanın jandarması rolünü üstlenen İsrail ile sorun yaşamadan ulusal bütünlüklerini veya ülkedeki siyasi rejimin devamlılığını sağlamaya çalışıyor. Afganistan ve Irak’taki son Amerikan işgalleri gibi durumlarla karşılaşmamak için İsrail ile ilişkilerinde hassas bir denge kurmayı hedefliyorlar. Ayrıca, bazı uluslar uzak müttefiklerinden gelen mali ve askeri yardımlara güveniyor ve bu nedenle Filistin’in içinde bulunduğu zor durumu görmezden gelmek anlamına gelse bile kendi çıkarlarına hizmet eden şekillerde hareket ediyorlar. Bölgedeki pek çok ülke Filistin meselesinde genel olarak kendi çıkarlarını ön planda tutuyor.
Yanlış hesaplamalar
Ancak, Filistin sorunuyla uğraşırken yalnızca kendi çıkarlarına odaklanan ülkeler, İsrail’in Siyonizm’de kök salmış toprak hırslarının Filistin’in çok ötesine uzandığını kabul etmenin hayati önem taşıması nedeniyle karmaşıklığını göz ardı ediyorlar. “Vaat Edilmiş Topraklar” kavramı, Nil’den Fırat’a kadar uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Bu nedenle, İsrail’in yayılmacı gündemine göz yummak veya aktif olarak desteklemek yalnızca Filistinlilere zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda tüm bölgenin istikrarını ve geleceğini de tehlikeye atıyor. Bu, esir alan kişiye sempati duyan bir mahkuma benziyor.
“Saldırgan olmayan yılanı yaşatma” politikası benimseyen komşu ülkelerin de sonunda benzer sorunlarla karşılaşabileceğini hatırlamak önemlidir. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen ay yaptığı bir konuşmada, Gazze’deki Hamas’ın Anadolu’nun ön cephe savunmasını yürüttüğünü belirterek bu gerçeği doğru bir şekilde vurgulamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç, bir gün Gazze’nin yıkılması durumunda Türkiye’nin tehdit altında olacağını öngören Erdoğan’ın, bu toprakların savunmasını Anadolu’nun savunmasıyla aynı kefeye koymasıdır.
Burada geçen yıl yayınlanan “Filistin Sorunu ve Bölgesel Aktörler” başlıklı kitabımızı vurgulamak istiyorum. Bu kitap, güncel tartışmamızla alakalı. İçinde, Fas’tan Irak’a, Körfez ülkelerinden Tunus’a ve İran’dan Lübnan’a kadar uzanan geniş bir siyasi manzarada çeşitli ülkelerin Filistin sorununa ilişkin politikalarını analiz ediyoruz. 13 yazarın katkılarıyla yazılan kitap, konuyu siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler perspektiflerinden ele alıyor. Bulgularımız, Türkiye ve diğer birkaç ülke dışında, bölgedeki çoğu ülkenin kendi ulusal çıkarlarını önceliklendirdikleri için Filistin sorunu konusunda birleşemediğini ortaya koyuyor. Bu durum nihayetinde İsrail’in yayılmacı gündemine yarıyor. Özünde, bölge ülkeleri arasındaki Filistin sorunu konusunda birlik eksikliği, ortak değerleri kendi çıkarlarından daha öncelikli hale getirmemelerinden kaynaklanıyor.
Siyasi liderlik
Bölge ülkelerinin Filistin meselesinde birleşememesinde siyasi liderliğin rolünü kabul etmek önemlidir. Pozisyonları ve sorumlulukları nedeniyle kendi devletlerinin dış politikasını büyük ölçüde etkileyen siyasi liderlerin kişisel tutumları da Filistin konusundaki duruşu etkiler. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi seçkin birkaç lider destekleyici bir duruş sergiliyor ve İsrail zulmü altında acı çeken Filistinlileri hafifletmek için aktif olarak çalışıyor. Erdoğan, 2009’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı yaptığı dikkat çekici “One Minute” konuşmasından bu yana, Filistinliler tarafından küresel destek toplamaya çalışan kendi davalarının şampiyonu olarak algılanıyor. Yakın geçmişte Kudüs ve diğer Filistin şehirlerine yaptığım ziyarette bu duyguya bizzat tanık oldum. Ancak, Erdoğan’ın aksine, bölgedeki ülkelerin önemli sayıda siyasi lideri sessiz kalmayı tercih ediyor ve ülkelerinin göreceli çıkarlarına veya kişisel siyasi geleceklerine öncelik veriyor.
Filistin’deki zulme son vermek için, bölgedeki ülkelerin İsrail’in Filistin için olduğu kadar kendileri ve İslam dünyası için de bir tehdit oluşturduğunu kabul etmeleri esastır. Bu, bireysel kaygılardan kolektif birliğe doğru bir zihniyet değişimini gerektirir. Bu kolektif bilinç olmadan, önerilen herhangi bir çözüm boşuna olacaktır. Ayrıca, bölgedeki ülkeler ulusal çıkarları önceliklendirmek gibi bencil ve materyalist eğilimleri aşmalı ve özellikle Filistin konusunda ortak düşmana karşı dayanışma içinde bir araya gelmelidir. Basitçe söylemek gerekirse, bölgedeki ülkeler iç bölünmeleri aşmadıkça ve tevhid ilkelerine dayanan birleşik bir duruş benimsemedikçe Filistin’deki zulüm devam edecektir. Bu gereklilik, müminlerin zayıflamamak için kendi aralarında çekişmemeleri gerektiğini söyleyen Kuran’daki Enfal Suresi’nin 46. ayetinde vurgulanmaktadır. Bu nedenle, Müslüman çoğunluklu ülkelerin ortak düşmana karşı birleşmekten başka alternatifleri yoktur.
Türkiye’nin özgün duruşu
Daha önce tartışılan noktalara ek olarak, Türkiye, hem 7 Ekim’den önce hem de sonra, Filistin konusunda bölgede en kararlı ve doğru duruşa sahip ülke olarak kendini iddia etmeye devam ediyor. Bu pozisyon, Türkiye’nin bölgedeki tarihi sorumluluklarının yanı sıra önemli insan ve askeri yeteneklerine dayanmaktadır. Türkiye, 7 Ekim’den sonraki olayları değerlendirirken bile, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin meşru müdafaa olarak haklı gösterilemeyeceğini, aksine önceki olaylara basit tepkiler olmaktan ziyade açık bir soykırım eylemi oluşturduğunu tutarlı bir şekilde savunmuştur. Sonuç olarak, Türkiye, kendi halkının güçlü desteğiyle, başından beri İsrail zulmüne karşı Filistin halkının yanında kararlılıkla durmuştur.
Vurgulanması gereken önemli bir nokta, Türkiye’nin Filistin konusunda sadece gerçeği söylemekle kalmayıp aynı zamanda sözlerini aktif olarak yerine getirmesidir. Bu noktada, Türkiye’nin Filistin için çabalarını ele aldığımızda, bunları altı ana alanda kategorize edebiliriz. Birincisi, 7 Ekim’den bu yana Türkiye, ilgili taraflar arasındaki çatışmaları çözmeyi amaçlayan diplomatik girişimlerde aktif olarak yer almaktadır. Bu çerçevede Ankara, bölgede iki devletli bir siyasi yapı aracılığıyla kalıcı barışı sağlama hedefiyle Türkiye’nin garantör ülkelerden biri olarak hizmet etmesini savunan yeni bir çözüm modeli önerdi. Ancak, Gazze’de şiddet uygulama kararlılığıyla hareket eden Netanyahu yönetimi, Türkiye’nin önerisini reddetti.
İkincisi, Türkiye, İsrail saldırıları altında yaşamı tehdit eden durumların acımasız gerçekliğiyle sürekli yüzleşen Filistin halkının acil ihtiyaçlarını sürekli olarak ele aldı. Aslında Türkiye, 7 Ekim’den bu yana Gazze’ye yardım sağlayan ilk iki ülkeden biri olarak önemli bir cömertlik gösterdi. COGAT’ın verilerine göre, bu dönemde Gazze’ye ulaşan insani yardımın yaklaşık %25’i Türkiye’den kaynaklandı.
Üçüncüsü, Türkiye, İsrail’in sert ablukasına rağmen, Gazze’den bazı yaralı Filistinlilerin tıbbi tedavi için tahliye edilmesini kolaylaştırmış ve böylece onlara hayatta kalma şansı vermiştir.
Dördüncüsü, Türkiye, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) İsrail’e karşı başlattığı soykırım davasına aktif olarak müdahale etti. Ayrıca, Gazze’deki soykırım iddialarını doğrulamak için mahkemeyle mevcut tüm kanıtları paylaştı ve böylece İsrail’e karşı küresel yasal kampanyaya destek verdi.
Beşincisi, Türkiye’nin lobi faaliyetleri, geçen ay dört Avrupa ülkesinin Filistin’i bir devlet olarak tanımasıyla sonuçlandı. Bu, Türkiye’nin önemli bir rol oynadığı küresel İsrail karşıtı koalisyonu daha da sağlamlaştırdı.
Altıncısı, Türkiye, geçen yılın verilerine göre 5,4 milyar dolarlık ihracat ve 1,6 milyar dolarlık ithalat gibi önemli ticaret hacimlerine rağmen İsrail ile ticari ilişkilerini askıya alarak tutarlı bir duruş sergiledi. Özetle, Türkiye, Filistin meselesine ulusal çıkarları önceliklendirmeden yaklaşması ve gücünden bağımsız olarak sorumluluk almasıyla diğer bölgesel aktörlerden ayrılıyor.
Milli ve insani değerlerinden taviz vermeyen Türk medyasının önemli çabalarını takdir etmek önemlidir. Gazze’deki vahşeti aydınlatmak için gayretle çalışmışlar ve gerçeğin bastırılmasını engellemişlerdir. İsrail’in dezenformasyon kampanyası, ana akım Türk medyasının sağladığı doğru haberler sayesinde giderek güvenilirliğini yitirmektedir. Bu, ahlaki pusulasını kaybetmiş görünen Batı medyası için bir meydan okuma niteliğindedir. Benzer şekilde, Türk toplumu dün olduğu gibi bugün de İsrail zulmüne kayıtsız kalmamış ve konuya son derece yakın ilgi göstermektedir. İslami ve insani hassasiyetlere sahip sivil toplum kuruluşlarının (STK) öncülük ettiği devam eden kampanyalar sayesinde Türk toplumu, inatla sivil protestoları ve boykotları sürdürerek İsrail zulmüne meydan okumaktadır.
İsrail’in 7 Ekim’de Gazze’de başlattığı ve geçen hafta itibarıyla Refah’a yaydığı soykırım acımasızca devam ediyor. 15.000’i çocuk ve 10.000’i kadın olmak üzere 38.000’den fazla Filistinli, Filistin toplumunu yok etmeyi ve büyük İsrail projesinde yeni bir aşamaya geçmeyi açıkça amaçlayan sivillere yönelik katliamlar nedeniyle hayatını kaybetti. 80.000’den fazla Filistinli de gazi oldu. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun tahminlerine göre, 1,7 milyon Filistinli – ülke nüfusunun yaklaşık %80’i – iç göçe maruz kaldı. Bu nedenle, Gazze’de korkunç bir insani kriz var.
Medeniyetin beşiği olduğunu iddia eden ikiyüzlü Batı dünyası, katliamlara kendi yaraşır şekilde göz yumuyor. Ne yazık ki, Müslüman çoğunluklu Ortadoğu ülkeleri Filistin’i desteklemek için birleşmeyi başaramadı. Sonuç olarak, Filistin’deki baskı, bölge ülkeleri kendi aralarında ortak bir zemin bulamadıkları için devam ediyor. İsrail bu gerçeğin farkında olduğu için, çadır kentlere sığınan insanları bile tereddüt etmeden bombalama cüretini gösteriyor. Dolayısıyla, Filistin’deki zulüm kısmen, bölge ülkeleri arasında İslami Tevhid ilkesine benzer birlik eksikliğinden kaynaklanıyor.
Cerrahi Sufi tekkesinin önde gelen liderlerinden merhum Ömer Tuğrul İnançer anısına, hayatı boyunca katıldığı programlarda bu konuyu sık sık gündeme getirmiş, Müslümanların Filistin konusundaki mevcut durumlarının birlik ve beraberliğe bağlı kalmamaları ve derin tefekkür eksikliklerinden kaynaklandığını vurgulamıştır. Esasen, bölgedeki ülkeler Filistin’e yönelik çatışan yaklaşımlarını bırakıp bunun yerine zulme karşı düşünce ve eylemde birlik olsalardı, İsrail Filistin’deki kardeşlerimize bu kadar uzun süre zulmedemezdi.
Ulusal çıkar kaygısı
İslam dünyası dendiğinde ilk aklımıza gelen Orta Doğu ülkeleri, güvenliklerini ve geleceklerini doğrudan etkileyen Filistin meselesinde neden birleşemiyor? Konuyla ilgilenen birçok kişinin sorduğu bu sorunun çok sayıda cevabı var. Bu yazıda sadece bir yönüne değineceğiz. Cevap kısmen devletlerin kendi endişelerini önceliklendirdiği ulusal çıkar kavramında yatıyor. Güç ve güvenliği vurgulayan uluslararası ilişkilerdeki realizmle yakından bağlantılı olan bu kavram, devletlerin dış politika stratejilerinin ve kararlarının anlaşılmasını zorlaştırıyor.
Anlamı bağlama göre değişse de ulusal çıkar, esasen her devletin kaotik bir uluslararası ortamda kendi çıkarlarını önceliklendirmesi ve buna göre hareket etmesi gerektiğini ima eder. Tartışmamız bağlamında, bölgedeki ülkelerin büyük ölçüde önceki tutumlarını korurken, ulusal çıkarlarını önceliklendirmeye yöneldiklerini gözlemliyoruz. Sonuç olarak, İsrail’e birleşik bir yanıt sunmakta, hatta Gazze’deki devam eden krize değinmekte bile zorlanıyorlar.
Burada, Filistin’deki zulmü çevreleyen sessizliğin bölge ülkelerinin ulusal çıkarlarıyla nasıl örtüştüğünü sorgulamalıyız. Bazı uluslar, İsrail’i güvenlikleri için bir tehdit oluşturmadığını düşünerek “kötülük görme, kötülük duyma, kötülük konuşma” yaklaşımını benimsiyor. Diğerleri iç meselelerle meşgul ve bu nedenle Filistin davasına kayıtsız. Ayrıca, bazı ülkeler İsrail’e karşı koyacak güçlerinin olmadığını düşündükleri için sessizliği tercih ediyor. Bölgedeki bazı ülkeler, Ortadoğu’da ABD’nin gözü olan ve dünyanın jandarması rolünü üstlenen İsrail ile sorun yaşamadan ulusal bütünlüklerini veya ülkedeki siyasi rejimin devamlılığını sağlamaya çalışıyor. Afganistan ve Irak’taki son Amerikan işgalleri gibi durumlarla karşılaşmamak için İsrail ile ilişkilerinde hassas bir denge kurmayı hedefliyorlar. Ayrıca, bazı uluslar uzak müttefiklerinden gelen mali ve askeri yardımlara güveniyor ve bu nedenle Filistin’in içinde bulunduğu zor durumu görmezden gelmek anlamına gelse bile kendi çıkarlarına hizmet eden şekillerde hareket ediyorlar. Bölgedeki pek çok ülke Filistin meselesinde genel olarak kendi çıkarlarını ön planda tutuyor.
Yanlış hesaplamalar
Ancak, Filistin sorunuyla uğraşırken yalnızca kendi çıkarlarına odaklanan ülkeler, İsrail’in Siyonizm’de kök salmış toprak hırslarının Filistin’in çok ötesine uzandığını kabul etmenin hayati önem taşıması nedeniyle karmaşıklığını göz ardı ediyorlar. “Vaat Edilmiş Topraklar” kavramı, Nil’den Fırat’a kadar uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Bu nedenle, İsrail’in yayılmacı gündemine göz yummak veya aktif olarak desteklemek yalnızca Filistinlilere zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda tüm bölgenin istikrarını ve geleceğini de tehlikeye atıyor. Bu, esir alan kişiye sempati duyan bir mahkuma benziyor.
“Saldırgan olmayan yılanı yaşatma” politikası benimseyen komşu ülkelerin de sonunda benzer sorunlarla karşılaşabileceğini hatırlamak önemlidir. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen ay yaptığı bir konuşmada, Gazze’deki Hamas’ın Anadolu’nun ön cephe savunmasını yürüttüğünü belirterek bu gerçeği doğru bir şekilde vurgulamıştır. Buradan çıkarılacak sonuç, bir gün Gazze’nin yıkılması durumunda Türkiye’nin tehdit altında olacağını öngören Erdoğan’ın, bu toprakların savunmasını Anadolu’nun savunmasıyla aynı kefeye koymasıdır.
Burada geçen yıl yayınlanan “Filistin Sorunu ve Bölgesel Aktörler” başlıklı kitabımızı vurgulamak istiyorum. Bu kitap, güncel tartışmamızla alakalı. İçinde, Fas’tan Irak’a, Körfez ülkelerinden Tunus’a ve İran’dan Lübnan’a kadar uzanan geniş bir siyasi manzarada çeşitli ülkelerin Filistin sorununa ilişkin politikalarını analiz ediyoruz. 13 yazarın katkılarıyla yazılan kitap, konuyu siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler perspektiflerinden ele alıyor. Bulgularımız, Türkiye ve diğer birkaç ülke dışında, bölgedeki çoğu ülkenin kendi ulusal çıkarlarını önceliklendirdikleri için Filistin sorunu konusunda birleşemediğini ortaya koyuyor. Bu durum nihayetinde İsrail’in yayılmacı gündemine yarıyor. Özünde, bölge ülkeleri arasındaki Filistin sorunu konusunda birlik eksikliği, ortak değerleri kendi çıkarlarından daha öncelikli hale getirmemelerinden kaynaklanıyor.
Siyasi liderlik
Bölge ülkelerinin Filistin meselesinde birleşememesinde siyasi liderliğin rolünü kabul etmek önemlidir. Pozisyonları ve sorumlulukları nedeniyle kendi devletlerinin dış politikasını büyük ölçüde etkileyen siyasi liderlerin kişisel tutumları da Filistin konusundaki duruşu etkiler. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi seçkin birkaç lider destekleyici bir duruş sergiliyor ve İsrail zulmü altında acı çeken Filistinlileri hafifletmek için aktif olarak çalışıyor. Erdoğan, 2009’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı yaptığı dikkat çekici “One Minute” konuşmasından bu yana, Filistinliler tarafından küresel destek toplamaya çalışan kendi davalarının şampiyonu olarak algılanıyor. Yakın geçmişte Kudüs ve diğer Filistin şehirlerine yaptığım ziyarette bu duyguya bizzat tanık oldum. Ancak, Erdoğan’ın aksine, bölgedeki ülkelerin önemli sayıda siyasi lideri sessiz kalmayı tercih ediyor ve ülkelerinin göreceli çıkarlarına veya kişisel siyasi geleceklerine öncelik veriyor.
Filistin’deki zulme son vermek için, bölgedeki ülkelerin İsrail’in Filistin için olduğu kadar kendileri ve İslam dünyası için de bir tehdit oluşturduğunu kabul etmeleri esastır. Bu, bireysel kaygılardan kolektif birliğe doğru bir zihniyet değişimini gerektirir. Bu kolektif bilinç olmadan, önerilen herhangi bir çözüm boşuna olacaktır. Ayrıca, bölgedeki ülkeler ulusal çıkarları önceliklendirmek gibi bencil ve materyalist eğilimleri aşmalı ve özellikle Filistin konusunda ortak düşmana karşı dayanışma içinde bir araya gelmelidir. Basitçe söylemek gerekirse, bölgedeki ülkeler iç bölünmeleri aşmadıkça ve tevhid ilkelerine dayanan birleşik bir duruş benimsemedikçe Filistin’deki zulüm devam edecektir. Bu gereklilik, müminlerin zayıflamamak için kendi aralarında çekişmemeleri gerektiğini söyleyen Kuran’daki Enfal Suresi’nin 46. ayetinde vurgulanmaktadır. Bu nedenle, Müslüman çoğunluklu ülkelerin ortak düşmana karşı birleşmekten başka alternatifleri yoktur.
Türkiye’nin özgün duruşu
Daha önce tartışılan noktalara ek olarak, Türkiye, hem 7 Ekim’den önce hem de sonra, Filistin konusunda bölgede en kararlı ve doğru duruşa sahip ülke olarak kendini iddia etmeye devam ediyor. Bu pozisyon, Türkiye’nin bölgedeki tarihi sorumluluklarının yanı sıra önemli insan ve askeri yeteneklerine dayanmaktadır. Türkiye, 7 Ekim’den sonraki olayları değerlendirirken bile, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin meşru müdafaa olarak haklı gösterilemeyeceğini, aksine önceki olaylara basit tepkiler olmaktan ziyade açık bir soykırım eylemi oluşturduğunu tutarlı bir şekilde savunmuştur. Sonuç olarak, Türkiye, kendi halkının güçlü desteğiyle, başından beri İsrail zulmüne karşı Filistin halkının yanında kararlılıkla durmuştur.
Vurgulanması gereken önemli bir nokta, Türkiye’nin Filistin konusunda sadece gerçeği söylemekle kalmayıp aynı zamanda sözlerini aktif olarak yerine getirmesidir. Bu noktada, Türkiye’nin Filistin için çabalarını ele aldığımızda, bunları altı ana alanda kategorize edebiliriz. Birincisi, 7 Ekim’den bu yana Türkiye, ilgili taraflar arasındaki çatışmaları çözmeyi amaçlayan diplomatik girişimlerde aktif olarak yer almaktadır. Bu çerçevede Ankara, bölgede iki devletli bir siyasi yapı aracılığıyla kalıcı barışı sağlama hedefiyle Türkiye’nin garantör ülkelerden biri olarak hizmet etmesini savunan yeni bir çözüm modeli önerdi. Ancak, Gazze’de şiddet uygulama kararlılığıyla hareket eden Netanyahu yönetimi, Türkiye’nin önerisini reddetti.
İkincisi, Türkiye, İsrail saldırıları altında yaşamı tehdit eden durumların acımasız gerçekliğiyle sürekli yüzleşen Filistin halkının acil ihtiyaçlarını sürekli olarak ele aldı. Aslında Türkiye, 7 Ekim’den bu yana Gazze’ye yardım sağlayan ilk iki ülkeden biri olarak önemli bir cömertlik gösterdi. COGAT’ın verilerine göre, bu dönemde Gazze’ye ulaşan insani yardımın yaklaşık %25’i Türkiye’den kaynaklandı.
Üçüncüsü, Türkiye, İsrail’in sert ablukasına rağmen, Gazze’den bazı yaralı Filistinlilerin tıbbi tedavi için tahliye edilmesini kolaylaştırmış ve böylece onlara hayatta kalma şansı vermiştir.
Dördüncüsü, Türkiye, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) İsrail’e karşı başlattığı soykırım davasına aktif olarak müdahale etti. Ayrıca, Gazze’deki soykırım iddialarını doğrulamak için mahkemeyle mevcut tüm kanıtları paylaştı ve böylece İsrail’e karşı küresel yasal kampanyaya destek verdi.
Beşincisi, Türkiye’nin lobi faaliyetleri, geçen ay dört Avrupa ülkesinin Filistin’i bir devlet olarak tanımasıyla sonuçlandı. Bu, Türkiye’nin önemli bir rol oynadığı küresel İsrail karşıtı koalisyonu daha da sağlamlaştırdı.
Altıncısı, Türkiye, geçen yılın verilerine göre 5,4 milyar dolarlık ihracat ve 1,6 milyar dolarlık ithalat gibi önemli ticaret hacimlerine rağmen İsrail ile ticari ilişkilerini askıya alarak tutarlı bir duruş sergiledi. Özetle, Türkiye, Filistin meselesine ulusal çıkarları önceliklendirmeden yaklaşması ve gücünden bağımsız olarak sorumluluk almasıyla diğer bölgesel aktörlerden ayrılıyor.
Milli ve insani değerlerinden taviz vermeyen Türk medyasının önemli çabalarını takdir etmek önemlidir. Gazze’deki vahşeti aydınlatmak için gayretle çalışmışlar ve gerçeğin bastırılmasını engellemişlerdir. İsrail’in dezenformasyon kampanyası, ana akım Türk medyasının sağladığı doğru haberler sayesinde giderek güvenilirliğini yitirmektedir. Bu, ahlaki pusulasını kaybetmiş görünen Batı medyası için bir meydan okuma niteliğindedir. Benzer şekilde, Türk toplumu dün olduğu gibi bugün de İsrail zulmüne kayıtsız kalmamış ve konuya son derece yakın ilgi göstermektedir. İslami ve insani hassasiyetlere sahip sivil toplum kuruluşlarının (STK) öncülük ettiği devam eden kampanyalar sayesinde Türk toplumu, inatla sivil protestoları ve boykotları sürdürerek İsrail zulmüne meydan okumaktadır.