Fethullah Gülen, uzun yıllar yaşadığı ABD’de hayatını kaybetti. Yaklaşık son on yılını, ‘devlet düşmanı’ ve hatta ‘terörist başı’ gibi sıfatlarla anılmakla geçirdi. Bu durumu hak ediyor muydu? Türkiye’nin birçok alandaki yapısını altüst eden ‘darbe girişimi’ ile bağlantısının olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğu için, bu soruya yanıt bulmanın zor olacağını düşünmüyorum. Darbe girişimi, kendisine ve liderliğini yaptığı harekete destek veren, yardımlarını esirgemeyen ve benzer hassasiyetlere sahip olmasalar bile etkinliklerine katılan pek çok insanı, bakış açılarını yeniden değerlendirmeye zorladı. Bu kişilerin çoğu yıllardır hapiste… ‘FETÖ’cü’ damgası yiyerek… Bu kişilerin büyük bir bölümünün, yapının daha sonra ortaya çıkan gerçek yüzünü tasvip etmediğinden, özellikle darbe teşebbüsüne asla destek vermeyeceklerinden eminim. Geçmişte sempati besledikleri kişilerin eylemlerinin sorumluluğu şimdi onlardan talep ediliyor ve cezasını da yine onlar çekiyor. Darbe girişiminden dört ay önce, 2016 Nisan’ında, ‘Ben Böyle Gördüm: Cemaat’in Siyasetle Sınavı’ adlı kitabım yayımlandı. O kitapta, ‘Cemaat’ adıyla bilinen ve daha sonra kendilerini ‘Hizmet Hareketi’ olarak tanıtan yapıların, başlangıçta siyasetten bağımsız bir duruş sergilemeye çalışırken zamanla siyasetle iç içe bir aktör haline nasıl dönüştüğünü anlatmaya çalıştım. Onların sonlarını getiren de siyasete duydukları iştah oldu. Keskin dönüşümün tarihi ise 17-25 Aralık (2013) olayları değil, aslında 12 Eylül 2010 referandumuyla başlamıştı. Pensilvanya’dan gelen ‘Mezarlardakileri kaldırıp evet oyu kullandırmak lazım’ açıklamasıyla ulaşabildikleri herkesi sandık başına çağırmaları, o referandumda çıkan %58’lik ‘Evet’ sonucunu kendi başarıları olarak değerlendirilmesine neden oldu. Yapıyla ilişkilendirilmek, resmi pozisyonlarda yükselmenin en kısa yolu haline geldi. Sonradan ‘sızma’ terimiyle yansıtılan devletteki örgütlenme, aslında gizli bir kadrolaşma değil; siyasetin sağladığı fırsatları tanıdıkları lehine kullanarak gerçekleştirdikleri bir eylemdi. Önemli makamlar, 15 Temmuz sonrası kötü bir üne sahip kişilerin eline geçtiler. Mensup oldukları yapı sayesinde avantaj elde eden kişiler, akla gelmeyecek yerlerden bile Pensilvanya’ya yöneldiler. Devletteki pozisyon kazanma sürecinin siyasete müdahale etme biçimini izlemesi kaçınılmaz bir hal almıştı. Bunun yolu, Meclis’te temsil şansını sağlamayan mevcut iktidarı zor duruma sokmaktı. İktidarı zorlayan 17-25 Aralık gelişmesi, siyasette etkinlik kazanma arzusuyla ilgiliydi. Bu açılan savaş, ‘darbe girişimi’ ile sonuçlandı. En yakınlarının bile bu kadar korkunç bir girişimi gerçekleştirebileceklerine inanmadıklarını düşünüyorum. Ancak tüm işaretler, onların o hain girişimde rolleri olduğuna işaret ediyor. Eğer o yolla başarılı olsalardı, ‘Yurtta Sulh’ adını taşıyan bir ihtilal konseyi ile ne tür bir Türkiye hayal ettiklerini biliyor muyduk? Gözlemlediğim kadarıyla, bu yapıdan tanınan kişiler, konuyla kamuoyunda pek tartışmadılar; aksine birçok kanıt bulunmasına rağmen darbe girişimiyle olan ilişkilerini uzun bir süre reddettiler. Yola çıktıklarında toplumun her kesiminden aldıkları desteği kötüye kullandılar ve o dönemdeki görüntüleri nedeniyle suçsuz insanları ‘terörist’ haline dönüştürdüler. Medya, ‘Bundan sonra ne olacak?’ sorusuna yanıt arıyor. Ancak hiçbir şey olmayacak. Bireylere bağlı toplumsal yapılar, bizde ve dünyada olduğu gibi, bu yapı da varlığını Gülen’e borçlu. Onun vefatı, yapının hayatiyetini tamamen kaybetmesine yol açacaktır. Geride kalanların ne yaparlarsa yapsınlar, sonuç değişmeyecek. En son katıldığım bilimsel bir toplantıda, dinleyici olarak orada bulunan ve yapının mensubu olduğunu bildiğim biri, ‘Ne yapılmasını önerirsiniz?’ sorusunu yönelttiğinde, ona Gülen’den benim için iletmesini istediğim mesajı belirttim: ‘İlk uçağa atlasın, Türkiye’ye gelsin ve hesabını kendisi versin.’ Sayıları binleri bulan kişilerden hesap vermeden öldü Gülen. O binlerce insan ya hapiste ya da geçim derdinde. Eğer 2010 yılından sonraki dönemde izledikleri yolu, kendilerine sempati duyulduğu dönemlerdeki gibi değiştirebilselerdi, ülkemiz her açıdan daha farklı bir konumda olurdu. Türkiye, bu ölümü, kendisine daha güvenen bir ülke olma fırsatı olarak değerlendirmelidir.
İstanbul Barosu'nun yeni Başkanı Prof. Dr. İbrahim Özden Kaboğlu, genel kurul sonrası yaptığı açıklamalarla Anayasa'nın değiştirilemez olarak kabul edilen ilk dört maddesi hakkında tartışmalara yol açtı. Kaboğlu, "Değişmez...
Devamını Oku..