Gazze’de devam eden çatışmaların ortasında her gün binlerce sivilin hayatını kaybettiği trajik bir durum yaşanıyor. Buna bebeklerin ve çocukların acımasızca öldürülmesi, hamile kadınların ve onların doğmamış çocuklarının öldürülmesi ve yaralıları taşıyan ambulansların hedef alınması da dahildir. Hastaneler, okullar ve mülteci kampları bombalamaların hedefi haline gelirken, su, yakıt, elektrik, internet erişimi gibi temel hizmetler de kesiliyor.
Sayısız silahsız insan evlerinden kaçmak zorunda kalıyor ve Batı Şeria’da Filistinliler gözaltına alınıyor. Yasa dışı Yahudi yerleşim birimleri silahsız kişilerin öldürülmesine karışıyor ve İsrail askerleri, Nazilerin Yahudilere muamelesi gibi tarihi adaletsizlikleri hatırlatan taktikler uyguluyor.
35 gündür tanık olduğumuz bu vahşi ve uzun süreli katliam ve soykırım, İsrail’in sözde meşru müdafaa hakkını kullanması olarak rasyonelleştiriliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, Yahudi dini üstünlüğüne dayanan şüpheli taktikler ve söylemler uygulayarak Washington’da destek buluyor.
Ne yazık ki, başta ABD olmak üzere önemli sayıda Batılı ülke sessiz kalmakla kalmıyor, aynı zamanda İsrail’in meşru müdafaa hakkı olarak tanımladığı şeye de ciddi destek veriyor. Ana akım Batı medyası bu vahşetleri tarafsız bir şekilde ve belirgin bir önyargıyla aktarıyor. Gazze’de öldürülen bebek, çocuk ve kadınlar “ölü”, İsrail’de hayatını kaybedenler ise “katledildi” olarak nitelendiriliyor. Bu çifte standart, ikiyüzlülük ve İsrail’in eylemlerini meşrulaştıran hakim söylem, İsrail için uluslararası toplumda bir “istisna hali” kurulduğunun açık göstergesidir.
İsrail’e tanınan bu istisnai statü, Gazze katliamlarının yansımalarının jeopolitik sonuçların çok ötesinde olduğunu ortaya koyuyor. 35 gün boyunca devam eden olaylar, modern uluslararası sistemin sözde ilericiliğinin boşluğunu vurguluyor. Başka bir deyişle, sözde daha büyük iyiliğe yol açan doğrusal tarih anlatısının kötücül doğasını açığa çıkarıyor. Tanık olduğumuz savaşın vahşeti, Batı’nın normatif hegemonyasının erozyona uğradığının açık bir işaretidir.
Modern uluslararası sistem sadece maddi güce dayanmıyor, 1945’te BM sisteminin kurulmasıyla birlikte kurallara dayalı bir uluslararası düzen inşa etmeye çalıştı. Devletler, uluslararası örgütler kurarak ve kuralları belirleyerek çatışmaları önlemeye, mağdurları saldırganlardan korumaya ve daha barışçıl bir küresel sistem kurmaya kendilerini adadılar. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sonrasında insan haklarını merkeze alan kapsamlı belgeler oluşturuldu. Amaç, devletleri bu ilkelere karşı sorumlu tutarak barışçıl bir uluslararası düzen kurmaktı. Ancak bu sistemin mimarı olan Batılı uluslar çoğu zaman bu standartları yakalayamamışlardır. Daha da önemlisi, bu kurumları Batı hegemonyasını güçlendirmenin araçları olarak kullandılar.
Batının ikiyüzlülüğü
Batılı ülkelerin İsrail’in Gazze’deki eylemlerine verdiği tepki, Batı’nın çökmekte olan normatif üstünlüğünün altını daha da çiziyor.
Batı’nın sözde normatif hegemonyası zaten inandırıcılığını kaybetmişti. ABD’nin Irak’ı işgali sahte iddialara dayanıyordu ve yaklaşık bir milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Arap ayaklanmaları başladığında demokrasinin seçici olarak uygulanabilecek bir araç olduğu ortaya çıktı. Mısır’da Abdülfettah el-Sisi liderliğindeki şiddetli askeri darbenin ardından Batı medyası bunu “demokrasinin restorasyonu” olarak tasvir etti.
Daha sonra Ortadoğu’da istikrarın sembolü olarak Sisi’yi Avrupa başkentlerinde karşıladılar. Esad rejiminin Suriye’de kimyasal silah kullanmasının ardından Batı pasif kaldı. ABD, Suriye’nin kuzeyinde PKK terör örgütünün uzantısı olan YPG ile ortaklık kurdu. Fransa, Lafarge şirketinin Suriye’de IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerde faaliyet göstermesine izin vermişti. Pek çok Avrupa ülkesi PKK’yı terör örgütü olarak tanımlarken, kendi sınırları içinde PKK’nın faaliyetlerine izin verdi.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından Batı, toplu olarak Vladimir Putin’i zamanımızın Adolf Hitler’i olarak tasvir etti; onu sivilleri katleden, sivil altyapıyı hedef alan, mülteci yaratan ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü tehdit eden acımasız bir diktatör olarak tanımladı. Ancak bu normatif duruş, İsrail’in Gazze’ye yönelik acımasız askeri harekatıyla tamamen baltalandı.
Batının normatif üstünlüğünün gerilemesi geçici bir olgu değildir ve önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun en önemli sonuçlarından biri, normları olmayan yeni bir uluslararası düzenin düzenlenmemiş bir şekilde ortaya çıkma ihtimalidir. İkincisi, Batılı ve Batılı olmayan dünyalar arasındaki ayrımın derinleşmesini ve kimlik temelli çatışmaların çoğalmasını içeriyor. Bu, Huntington’un ileri sürdüğü gibi mutlaka bir medeniyetler çatışması olarak ortaya çıkmayabilir; ancak geleceğin uluslararası düzenini şekillendiren derin bir kimlikler çatışması olarak ortaya çıkabilir. Bu risk, özellikle Batı’nın kendi içinde, 7 Ekim’den bu yana yoğunlaştı.
Üçüncü sonuç ise Batı’nın küresel Güney’in tamamını yabancılaştırmasıdır. Dördüncüsü, Rusya ve Çin’in mevcut politikalarının konsolidasyon potansiyelidir. Beşincisi, İslam dünyasının kendisini Batı dışı bir jeopolitik eksene hizalama olasılığıdır.
Sonuç olarak, Gazze’ye yönelik eylemlerinde İsrail’e tanınan istisnai statü, Batı’nın sözde normatif üstünlüğünün sonunu işaret ediyor ve Batı’yı ahlaki ve siyasi bir gerilemeyle boğuşmaya zorluyor.