Krzysztof Kiewlowski’nin yönettiği 10 adet orta metrajlı bölümden oluşur. Her bir bölüm Yahudilik inancındaki 10 emirüzerine kuruludur.
2) Betty Blue – Jean Jacques Beineix (1986)
Aşk, tutku, özlem, sevgi, paylaşım, her şey, insana dair bütün duyguları bu denli net ve çarpıcı veren, histrionik kişilik bozukluğuna sahip bir kadınla, onun için her şeyi ama her şeyi yapmaya hazır olan bir adamın mutsuz sonla biten muazzam aşk hikayesi.
3) 400 Darbe – François Truffaut (1959)
400 darbe “okul kırmak” anlamına gelen bir Fransız deyimidir. Ödevini yapamadığı için ceza alma korkusu ile okuldan kaçan küçük kahramanımız yolda arkadaşı ile yürürken annesini bir yabancının kollarında görür. Ertesi gün okula gittiğinde öğretmeni niçin okula gelmediğini sorar ve çocuk annem öldü der. Öğretmeni çocuğun ailesi ile konuşur. Ailesi ve öğretmenleri neden böyle bir yalan söylediklerini öğrenmeye çalışırlar. Daha sonra küçük çocuk ve arkadaşı bulundukları yerden kaçmaya karar verirler. Amaçları denize ulaşmak ve orada yaşamaktır; fakat hiçbir şey istedikleri gibi gitmez.
4) Koleksiyoncu Kadın – Eric Rohmer (1967)
6 film serisinin 4. filmi olan Koleksiyoncu Kadın Ahlak kavramının eğilip bükülebilirliğine cinsiyetçilik ekseninden bakan Rohmer filmi. İki entelektüel erkeğin, arzuladıkları kadını bir türlü elde edememeleri sonucunda ahlâkı kendi iç seslerini susturmak için eğip bükmelerini ve saldırganlaşmanlarını anlatıyor. genelde en ahlaksızların en çok ahlak tellallığı yapanlar olduğu hipotezi bu filmde bir kez daha doğrulanıyor.
5) Pislik – John S Baird- (2013)
Dünyayı sadist bir polisin gözünden gördüren harika bir yapıt olan ‘’Pislik’’ anti kahramana film boyunca hiç sempati duydurmayacak fakat olduğu gibi kabul ettirecek bir anlatımı var. sonuna yaklaştığınızda karakter gibi düşünmeye başlarsınız. Benim asıl merak ettiğim gerçekten bir ailesi var mı? Yoksa kimliğini gizlemek adına yarattığı eş ve çocuk bir hayal mi? Kanımca asla ailesi olmadı..
6) Üç Renk Mavi – Krzysztof Kiewlowski (1993)
Krzysztof Kieslowski’nin Üç renk üçlemesinin ilk filmidir. Film daha çok psikolojik bir çözümleme filmi gibi görünmektedir. Julie’nin yaşadığı bunalımlar, yalnızlık duygusu, yaşam ile ölüm arasında gidip gelmesi, gidenin ve geri gelmeyecek olanın ardından yaşananlar, hem Kieślowski’ye özgü başarılı kamera kullanımıyla hem de Presnier’in etkileyici müziğiyle izleyicisi saran bir anlatımla perdeye yansıtılmaktadır.
7) Üç Renk Beyaz Krzysztof Kiewlowski (1993)
Krzysztof Kieslowski’nin Üç renk üçlemesinin ikinci filmidir. Film, Karol’un Fransa’da çaresizliğini ve parasal olarak düştüğü kötü durumu anlatan siyasal bir altmetne sahiptir. Kieślowski, her ne kadar anayurdu Polonya’daki sosyalist yönetimin çöküşünü ilk başlarda sevinçle karşılamışsa da, sonrasında ortaya çıkan tabloya göre, kapitalist sistemin getirdiği serbest pazar ekonomisinde insanların düştüğü durumu da hoşnutlukla karşılamamıştır ve bu film de aslında bu temayı işlemektedir..
8) Üç Renk Kırmızı – Krzysztof Kiewlowski (1994)
Krzysztof Kieslowski’nin Üç renk üçlemesinin üçüncü filmidir. Filmde bireyler arası ilişkiler incelenmekte, dostluk ve ihanet temaları ele alınmaktadır. Bireylerin birbirini anlamasına, yakınlaşmasına engel olan öğeler mercek altına alınır. Yönetmen, duyguların yeterince ve doğru biçimde aktarılamadığı telefon konuşmalarını filmde bolca kullanır. Pencerelerin ötesinde görülen insanların neler yaşadığına yönelik merak, bir yerdeki sorunlardan kaçarken, öte yandakilere yaklaşarak bir çıkış arayışı filmin örüntüsünü oluşturur.
9) Beyaz Bant – Michael Haneke (2009)
Beyaz Bant, ufak bir kasabada gerçekleşen esrarengiz olayları konu alır. Kasabanın öğretmeninin gözünden aktarılan olaylar silsilesi, suçlunun bulunamadığı ve belirsizliklerin korunduğu bir anlatımla devam eder. Kasabada öne çıkan karakterler doktor, baron ve papaz gibi görünse de hikâyenin asıl odağı çocuklardır.
10) Dünyanın En Kötü İnsanı – Joachim Trier (2021)
Film, Julie adında genç bir kadının hayatına odaklanıyor. Yakında 30 yaşında olacak olan Julie’nin aşk hayatı pek yolunda değildir. 45 yaşındaki çizgi roman yazarı Aksel ile birlikte yaşayan Julie, onun hayatını yaşadığını hisseder. Ailesinin beklentileri ve Aksel’in çocuk arzusunun yükünü taşıyamayan Julie, sürekli değişen hayallerinin peşinden koşmaya devam eder. Onun hayatı, genç ve yakışıklı Eivind ile tanışmasıyla bambaşka bir hal alır.