“Bize ihtiyacımız olanı verin ve bu işi bir an önce bitirelim.”
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ABD Kongresi’nde bu açıklamayı yaptığında, bu Batı’dan askeri destek çağrısından daha fazlasını yansıtıyordu. Uluslararası aktörlerden siyasi destek talebini veya en azından İsrail’in eylemlerini engellememe talebini vurguluyordu.
Batılı hükümetler ve uluslararası toplumun büyük kısmı, İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerini uzun süredir görmezden gelerek, ona fiilen dokunulmazlık tanıdı. Bu algılanan dokunulmazlık, İsrail’in uluslararası normları giderek artan bir güven duygusuyla rutin olarak ihlal etmesine olanak tanıdı ve bu tür ihlalleri başlangıcından bu yana standart bir devlet politikası haline getirdi.
İsrail’in sayısız uluslararası hukuk ihlali arasında en göze çarpanı, devlet onaylı soykırım ve diğer savaş suçlarıdır. Bu tür ciddi ihlaller normalde uluslararası toplum ve yargı organlarında endişeye yol açardı. Ancak, İsrail’in uluslararası toplumdan aldığı destek, onu bu ihlalleri daha açık ve cüretkar bir şekilde gerçekleştirmeye, küresel liberal düzene meydan okumaya teşvik etti.
Kanunsuz bir kara delik: Sde Teiman Hapishanesi
İsrail’in uluslararası normları ihlal ettiğine dair son dönemdeki dikkat çekici bir örnek, 7 Ekim’den bu yana Gazze’den gelen Filistinlilerin tutulduğu askeri tesisin bir bölümü olan Sde Teiman Hapishanesi’ndeki tutuklulara yönelik işkence ve kötü muamelenin ifşa edilmesidir.
Son raporlar, dokuz asker tarafından bir tutuklunun toplu tecavüze uğraması da dahil olmak üzere ciddi kötü muamele ve işkenceyi vurgulamaktadır. Bu olay, hapishaneye yeniden dikkat çekmiştir, ancak Gazze çatışması başladığından beri suistimaller devam etmektedir.
CNN’in 11 Mayıs’ta İsrailli muhbirler ve eski tutukluların ifadelerine dayanan bir araştırma raporu, Sde Teiman’da fiziksel kısıtlamalar, dayaklar, tıbbi ihmal ve aşağılayıcı muamele gibi yaygın tacizleri ayrıntılı olarak açıkladı. BM raporları, elektrik şoku ve su işkencesi gibi ek işkence biçimlerini belgeledi. Bu uygulamalar, hapishanede yaklaşık 36 Filistinlinin ölümüne yol açtı.
Sde Teiman’ın uygulamaları işkence ve aşağılayıcı muameleye karşı uluslararası standartları ihlal ediyor ve İsrail’i uluslararası hukuka göre sorumlu kılıyor. Hem Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’yi (ICCPR) hem de İşkence ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’yi (UNCAT) imzalayan İsrail, bu tür eylemlere karşı yasakları korumakla yükümlüdür. Ek olarak, bu eylemler Roma Statüsü ve örf ve adet uluslararası insancıl hukuku uyarınca savaş suçları olarak nitelendirilir ve Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturulmayı gerektirir. Sonuç olarak, İsrail Devleti, bu suç eylemlerine karışan veya suç ortağı olan tüm İsrailli yetkililerle birlikte bu ihlallerden yasal olarak sorumludur.
İsrail’in aralıksız savaş suçları
İsrail’in Hamas siyasi büro şefi İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürmesi, diğer ülkelerdeki hedefli öldürme sicilinde korkunç bir örnekti. Ateşkes ve barış görüşmelerinde yer alan önemli bir kişiyi hedef alan bu eylem, yalnızca Tel Aviv’in siyasi bir çözüm arayışındaki isteksizliğini göstermekle kalmadı, aynı zamanda uluslararası hukuk normlarını da ihlal etti.
İran’daki Haniye’ye yapılan saldırı, uluslararası hukukun bir savaş suçu olarak kabul ettiği bir “saldırı suçu” olarak sınıflandırılır. Bu suç, bir devletin BM Şartı’nı ihlal ederek başka bir devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı silahlı güç kullanması olarak tanımlanır. Bu tür eylemler BM Şartı tarafından yasaklanmıştır ve Roma Statüsü ve uluslararası örf ve adet hukuku uyarınca savaş suçu olarak kabul edilmiştir.
Bu olay, diplomatik koruma altındaki bir misafiri hedef alması ve İran topraklarında gerçekleşmesi nedeniyle İran’ın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal etti. Saldırganlık suçu, mevcut bir çatışma içindeki eylemlerden ziyade, özellikle çatışmanın hukuka aykırı başlatılmasıyla ilgilidir. Bu durumda, Tel Aviv’in İran ile bir çatışmayı kışkırtmayı amaçlayan kışkırtıcı hareketi, saldırganlık suçu kriterlerini karşılıyor.
Öte yandan, İsrail bu eylemi yalnızca bir devlet aktif olarak saldırı altında olduğunda geçerli olan ve yanıtın bu saldırıyı püskürtmekle orantılı olduğu durumlarda geçerli olan meşru müdafaa olarak haklı gösteremez. Suikast, İsrail’e yönelik yakın bir tehdidi önlemeyi amaçlamıyordu. Ayrıca, İsrail’in saldırının hava yoluyla gerçekleştirilmediği iddiası, saldırı suçunu azaltmaz veya ortadan kaldırmaz. Uluslararası hukuk, saldırı olarak nitelendirilmek için belirli bir saldırı yöntemi gerektirmez; başka bir egemen devlete yönelik herhangi bir saldırı, kullanılan araçtan bağımsız olarak bir ihlal olarak kabul edilir.
Dolayısıyla İsrail’in, İran topraklarına doğrudan saldırı düzenleyerek gerçekleştirdiği bu siyasi amaçlı suikast nedeniyle uluslararası hukuk önünde hesap vermesi gerekmektedir.
İsrail’in saldırganlığını dizginleme zamanı
İsrail’e verilen dokunulmazlık tehlikeli bir boyuta evrildi ve liberal uluslararası düzenin temel direklerini giderek daha fazla tehdit ediyor. ABD önderliğindeki Batı, teokratik motivasyonlarla hareket eden İsrail’in aşırı sağ hükümetinin siyasi fantezilerine gözlerini kapatıyor.
Uluslararası toplumun Tel Aviv’in bölgedeki çatışmayı tırmandırma girişimlerine verdiği yanıt şimdiye kadar bölgenin yaygın bir savaşın eşiğinde olduğu ve aktörlerin dikkatli davranması gerektiği yönündeki etkisiz uyarılardan başka bir şey olmadı. Ancak uluslararası aktörler, İsrail’in saldırganlığını dizginlemek için BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla siyasi, yargısal ve hatta askeri önlemler alınmadığı takdirde Orta Doğu’yu saran alevlerin dünyanın diğer bölgelerine yayılacağını ve zaten kırılgan olan liberal uluslararası düzeni daha da istikrarsızlaştıracağını anlıyor.
Bu nedenle, savaş suçlularının yüksek sesle alkışlanarak cesaretlendirilmesine son verilmesi ve temel insan değerlerine karşı savaşlarına karşı somut adımlar atılması, küresel barışı korumaya kendini adamış her aktör için vazgeçilmez bir tarihi sorumluluktur. Sonuç olarak, bölgedeki tehdidin İsrail’e yönelik olmadığı, aksine İsrail’in diğer bölgesel aktörlere ve nihayetinde küresel barışa tehdit oluşturduğu kabul edilmelidir.
İsrail’in dokunulmazlığına son verme zamanı gelmiştir, aksi takdirde Yahudi devletinin kibri, soykırımcı eylemleri ve tekrarlayan kışkırtmaları bir barut fıçısına dönüşecektir ve bunun ilk kurbanı da giderek daha az liberal, daha az küresel ve kesinlikle daha az düzenli hale gelen uluslararası liberal düzen olacaktır.