Günümüz dünyası hızla değişen güvenlik dinamikleri ve artan jeopolitik rekabetle karşı karşıyadır. Özellikle Kovid-19 salgınıyla birlikte hızlanıp şekillenen bu rekabet, Rusya’nın Ukrayna işgali ve İsrail’in Gazze saldırıları sonrasında da derin bir güvenlik krizi yarattı.
Üstelik bu kriz, uluslararası politikayı şekillendiren merkezi bir paradigma olarak geleneksel askeri çatışmaların yeniden canlanmasının ötesine uzanıyor. Teknolojinin artan önemi, yapıcı olduğu kadar yıkıcı tarafı da, iklim değişikliğinin neden olabileceği büyük ölçekli krizler, küresel ekonomideki sistemik değişim ve giderek artan dünya nüfusu, sistemik bir kaygı döneminde olduğumuzu bize gösteriyor. .
Öte yandan Birleşmiş Milletler dahil birçok uluslararası kuruluş krizleri önleme konusundaki etkinliğini kaybederken, küresel ölçekte derin bir meşruiyet krizi ortaya çıktı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e göre: “Küresel barış konularını ele almanın ana platformu olan BM Güvenlik Konseyi, jeopolitik farklılıklar nedeniyle çıkmaza girmiş durumda. Bu, konseyin ilk kez bölünmesi değil. Ama bu seferki en kötüsü. Mevcut işlev bozukluğu daha derin ve daha tehlikelidir.” Soğuk Savaş döneminde iyi işleyen sözde mekanizmaların süper güç ilişkilerinin yönetilmesine yardımcı olduğunu belirten Guterres, günümüzün çok kutuplu dünyasında bu tür mekanizmaların bulunmadığına inandığını ve “dünyamızın bir kaos dönemine girdiğine” inandığını söyledi.
Guterres’in açıklaması gerçekten çarpıcı ve aynı zamanda gerçekçi. Son 24 ayda küresel ölçekte irili ufaklı 78 aktif silahlı çatışma ortaya çıktı. Bu çatışmaların bir kısmı ateşkes ilan edilirken bir kısmı ise tamamen yeni çatışmalardır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası dönemin en çatışmalı süreçlerinden birini yaşadığımız açıktır.
‘Münih Güvenlik Raporu’: Kaybet-Kaybet mi?
Küresel sistemin hangi yöne evrildiğinin henüz belirsiz olduğu, belirsizliklerin arttığı ve küresel risklerin çeşitlendiği bir dönemde Münih Güvenlik Konferansı (MSC), Batı’nın stratejik kodlarını, kendisini nasıl konumlandırdığını ve nasıl hareket ettiğini anlamak için önemli ipuçları sunuyor. Stratejik süreçleri kendi dışında görür. Hatırlanacağı üzere, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 2007 konferansında yaptığı konuşmada Amerika merkezli tek kutuplu uluslararası sisteme karşı çıkan argümanlar, Rusya’nın küresel siyaset sahnesine dönüşünün başlangıcı olduğu kadar çok kutupluluğun da hızlanmasını beraberinde getirmişti. tartışmalar. MSC’nin bu yılki ana vurgusu, Rusya’nın Ukrayna’da kazanamayacağı ölçüde Ukrayna’ya askeri destek verilmesiydi. Rusya’nın Ukrayna’daki muhtemel zaferi, Soğuk Savaş sonrası jeopolitik statükonun değişmesi anlamına bile gelebilir. Bu Avrupa’nın en büyük korkusudur.
Bu yılki “Münih Güvenlik Raporu”, uluslararası toplumun karşılaştığı zorlukları ve bunların üstesinden gelmek için atılması gereken adımları “Kaybet-Kaybet?” başlığı altında analiz ediyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dünyanın daha barışçıl bir geleceğe doğru ilerleyeceğine dair umutlar var. Ancak bu iyimser beklenti giderek artan bir hayal kırıklığına dönüştü. Özellikle Amerika’nın stratejik öngörülerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Amerikan stratejik camiasına göre, büyük güç rekabeti sona ermişti ve ABD’ye meydan okuyabilecek başka bir gücün ortaya çıkması ya imkansız olacaktı ya da ABD tarafından engellenecekti. Liberal ekonomi, alanını genişletecek ve Çin gibi neo-liberal uluslararası düzenin uysal aktörleri haline gelecek komünist sistemleri dönüştürecektir. Nihayet demokrasi genişleyecek ve derinleşecektir. Ancak her üç okuma da doğru değildi.
Sıfır toplamlı oyun
Rapor, haklı olarak, küresel politikada devletler arasındaki ilişkilerin giderek sıfır toplamlı bir oyun olarak algılandığını vurguluyor. Bu algı, uluslararası düzenin “pastayı herkes için büyütme” vaadini yerine getiremediği inancıyla destekleniyor. Gelişmekte olan ülkeler ise bu düzenin faydalarından paylarına düşeni alamadıklarını düşünüyor. Öte yandan Çin gibi ülkeler, liberal ekonomik düzenin en büyük yararlanıcısı olmalarına rağmen, ABD’nin meşru isteklerini kısıtlamaya çalıştığını düşünüyor. Böylece liberal ekonomik düzen, hem Çin gibi iddialı ekonomik güçlere alan açmakta hem de Batı’nın ekonomik üstünlüğünü sürdürmek adına rekabeti çatışmacı bir eksene kaydırmaktadır.
Rapora göre, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı ve Sahra Altı Afrika’daki darbeler, uluslararası düzenin kırılganlığını gözler önüne seriyor. Ancak ilginçtir ki, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırganlığına ilişkin raporda yer alan tek cümle şu: “İsrail’in tepkisi, Gazze’yi artan sivil kayıpları, yıkılan altyapı ve insani acil durumun damgasını vurduğu umutsuzluğa sürükledi.” Almanya’nın İsrail yanlısı duruşu göz önüne alındığında bu durum şaşırtıcı değil. Ancak kurallara dayalı uluslararası sistemin artık işlemediği ve meşruiyet krizinin kristalleştiği en önemli konu, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım ve buna alan açmaya devam eden Batılı ülkelerdir.
Raporun Ortadoğu’daki güncel güvenlik ve diplomatik dinamiklere odaklanan bölümü, Gazze’de devam eden savaşın gerçekliğinden oldukça kopuk görünüyor. İbrahim Anlaşmalarının geleneksel ittifak ve düşmanlıkları değiştirdiği vurgulanırken, Anlaşmaların günümüzden çok uzak olduğu açıkça göz ardı ediliyor. Raporda dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri de ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin abartıldığı iddiasıdır. Nitekim İsrail’in güvenliğinin her zamankinden daha önemli hale gelmesi, ABD’nin bölgeye yeniden müdahil olmasına yol açtı.
Teknoloji, özellikle de yapay zeka (AI), artan jeopolitik rekabetin merkezinde yer alıyor. Bu alanlardaki gelişmeler uluslararası düzenin nasıl şekilleneceğini belirleyen temel faktörlerden biri haline gelmiştir. Teknolojik ilerleme sadece ekonomik büyüme ve yenilik açısından değil, aynı zamanda ulusal güvenlik açısından da hayati öneme sahiptir. ABD ve Çin, yapay zeka alanında üstünlük için yarışırken, kontrolsüz yapay zeka gelişiminin küresel riskleri de raporda vurgulanan konular arasında yer alıyor.
Yapay zeka yarışı önümüzdeki yıllarda jeopolitik gücün ana belirleyicisi olacak. Ancak bu yarışın kuralsız bir şekilde ilerlemesi halinde çeşitli olaylara ve güvenlik risklerine yol açabilecektir. Yapay zeka sistemlerinin ideolojik, ön yargılı veya ırkçı önyargılar sergilemesi ve yapay zeka modellerinin askeri uygulamalar sırasında kimi zaman öngörülemez davranışlar sergilemesi gibi sorunlar, küresel sistemdeki rekabetin doğasını, geleneksel askeri gücün etkisinden çok daha farklı bir biçimde dönüştürüyor.
Rapor, küresel refahı teşvik eden ve “aşırı bağımlılık olmadan karşılıklı bağımlılık” arayan yeni kapsayıcı düzenin önemini vurguluyor. Rapora göre bu düzen, ekonomik güvenlik politikalarını stratejik endüstrilerin güçlendirilmesi, kritik altyapının korunması ve ticari ilişkilerin çeşitlendirilerek rakiplere maruz kalmanın azaltılması gibi önlemlerle desteklemelidir.
Sonuç olarak rapor, krizlerin tetiklenmesinde Batı’nın rolünü ve sorumluluğunu anlatmak yerine, Batı dışı bir kriz tanımı sunuyor. Öte yandan krizlerin yol açtığı mevcut küresel düzensizlikten çıkışın yolunun işbirliği, karşılıklı yarar ve açık diyalog olduğunu savunuyor. Aynı zamanda uluslararası toplumun daha adil, sürdürülebilir ve barışçıl bir dünya inşa etmek için birlikte çalışması gerektiğini de savunuyor. Küresel düzenin güncel zorlukları karşısında “Kaybet-Kaybet?” sorusunun cevabı aranıyor. Karşılıklı anlayış ve işbirliğine dayalı bir gelecekte yatmaktadır. Dünya liderleri ve uluslararası toplum, sıfır toplamlı düşüncenin ötesine geçmeli ve daha iyi bir gelecek için birlikte çalışmalıdır. Ancak bu sadece güvenlik ve ekonomi alanında değil, teknoloji, iklim değişikliği, insan hakları gibi alanlarda da geniş işbirliğini gerektiriyor.