NATO’nun 75. yıl dönümüne denk gelen zirve, 9-11 Temmuz tarihlerinde Washington’da toplanacak. Rusya ve Çin’e ilişkin güvenlik endişeleri her zirvede olduğu gibi en üst düzeyde dile getirilirken, NATO’nun yeniden yapılandırılması ve güçlendirilmesi, yani kararlılığının ve dayanıklılığının güçlendirilmesi muhtemelen bir kez daha vurgulanacak.
Geçtiğimiz yıl Vilnius zirvesinde üç temel üzerinde anlaşmaya varıldı: caydırıcılık ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ve 360 derecelik bir güvenlik yaklaşımına dayalı işbirlikçi güvenlik. İttifakı motive eden temel endişe devam eden Ukrayna savaşı ve Rusya’nın saldırganlığıydı. Savaş hazırlığını önceliklendiren NATO, muhtemelen Washington zirvesinde aynı temaların vurgulandığını görecektir.
Öte yandan, bu zirve NATO’nun misyonları ve kabiliyetlerinden çok, bazı üye ülkelerdeki siyasi seçimler ve bunların olası sonuçlarıyla belirlenecek. Nitekim, kararları mutabakatla alan NATO için üye ülkelerin iç siyaseti daha belirleyici hale geldi.
NATO ülkelerinde seçimler
Birkaç NATO ülkesinin iç siyasetine ve bunların etkilerine bir göz atmak faydalı olacaktır.
Aşırı sağ ve ırkçı eğilimlerin iktidara yürüyüşü Fransız parlamentosunda hızlanırken, aşırı sağcı Fransız siyasetçi Marine Le Pen’in NATO’dan ayrılma ve AB üye ülkelerine daha fazla özerklik sağlama konusundaki açıklamaları dikkat çekici. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Haziran ayında Ukrayna’ya asker gönderme niyetini açıklarken, Le Pen Rusya ile uzlaşmayı vurguluyor. Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi, 7 Temmuz’daki Fransız seçimlerinin ikinci turunda oy oranını korursa, siyasi olarak bölünmüş bir Fransa, NATO içinde bir çatlağa neden olabilir. Geçmişte NATO’nun askeri kanadından ayrılan Fransa, Macron başkanlığını yürütürken parlamentoyu kontrol edecek olan Le Pen ile kör bir kavgaya girebilir.
Fransa’daki politik değişime göre, ABD’deki başkanlık seçimi Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasındaki sert mücadeleyi ortaya koydu ve Atlantik ötesi dayanıklılık üzerinde belirleyici bir etki yarattı. Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesi ve muhtemelen onun yerine başka bir Demokrat adayın seçilmesi, mevcut NATO politikası üzerinde hiçbir etki yaratmayacak. Ancak Donald Trump olasılığı biraz farklı bir tutumun habercisi. Tüccar mantığıyla Avrupa’ya pahalı ve sürdürülebilir olmayan Amerikan savunma sistemleri satan Trump, Atlantik ötesi güvenlikten ziyade Amerikan çıkarlarına odaklanıyor. Büyük olasılıkla NATO garantileri için müttefiklere maliyetler yükleyecek. Bu nedenle Ukrayna’ya desteğin kesilmesi ve Putin ile uzlaşma sağlanması çağrısında bulundu. Sonuç olarak Trump’ın önceki başkanlığı sırasında tanık olunduğu gibi NATO içindeki çatlağı derinleştirmesi muhtemel.
Bir diğer ilginç ülke ise Birleşik Krallık. “Yumuşatılmış” sosyalizmiyle İşçi Partisi’nin NATO üzerinde olumsuz etki yaratacak bir politika izlemesi beklenmiyor. Ancak Muhafazakarlar’a kıyasla NATO’ya “sorgulayıcı” bir politikayla katkıda bulunacak. Ayrıca, Amerikan müdahaleciliğini her zaman koşulsuz olarak destekleyen Birleşik Krallık, sosyalist bir hükümetten sonra ülkeyi makul bir çizgiye getirebilir.
NATO’nun doğu kanadındaki siyasi seçimlerin seçimsel etkisi, iki farklı duruşun analizini gerektirir. Rusya’yı doğrudan bir tehdit olarak algılayan ve daha fazla NATO varlığı talep eden Polonya ve Romanya gibi NATO ülkeleri, ittifakın öncül devletlerinden ilgisizlik görme riskinin farkındadır. Diğer akım ise farklı Rus politikalarına sahip hükümetlerdir. Örneğin Macaristan, Rusya ile sorun yaşamak istemiyor. Slovakya’nın suikasta uğrayan başbakanı Robert Fico’nun, Rusya ile düzgün ilişkilere dayalı bir politika ile iktidara gelmesi dikkat çekicidir. Son olarak Almanya’dan da bahsetmek gerekir. Kapsamlı bir koalisyon protokolü ile iktidarda olan Almanya Başbakanı Olaf Scholz, hem enerji bağımlılığı hem de kendisini cephe ülkesi olarak görmesi nedeniyle Rusya’ya taviz verebilecek konumdadır. Bu nedenle, Almanya’nın NATO’daki misyonu, işleri soğutmaya dayanmaktadır.
Bu politik gelişmeler ulusal düzeyde yaşanırken, AB parlamento seçimlerinde büyük bir bölünmenin olduğunu hatırlamakta fayda var. NATO ile alakasız gibi görünen bu durum aslında önemli. AB, ulusüstü bir örgüt olarak, Avrupa’daki seçim ve politik tercihleri yansıtıyor. Aşırı sağın yükselişiyle karakterize edilen AB seçimleri, hangi “politik tercihin” NATO’nun kolektif güvenlik politikasını etkileyeceğini gösteriyor.
İç siyasetin Washington zirvesine etkisi
O halde, üye devletlerin siyasi dönüşümünün NATO’nun Washington zirvesinde alınacak kararları etkileyeceğini söylemek makuldür. Önceliklerini seçim tercihlerine göre belirleyen üye devletler, NATO’nun kucaklamasına sıkı sıkıya bağlı kalmışlardır ve iç siyasi kaygılarını gündemlerine çoktan not etmişlerdir. Bu nedenle Avrupa güvenliğinin bir yandan kolektif dayanışmaya, diğer yandan bağımsız çözümlere güçlü bir vurgu yapması muhtemeldir.
Avrupalıların, üye sayısı arttıkça daha az işlevsel hale gelen NATO’ya ek olarak kendi güvenlik endişelerini gidermek için önlemler alacakları anlaşılıyor. Yaşlanan ve sınırlı savunma kapasitesine sahip olan Avrupa’nın, Trump’a güvenmek yerine kendi “çözümlerini” üretmesi muhtemel. Son seçimlerde aşırı sağın ve NATO karşıtı duyguların yükselişini göz önünde bulundurarak, Avrupalılar olası projeksiyonlara dayalı güvenlik politikalarında yeni stratejiler geliştirmeye başlayabilir.
Bu noktada, Türkiye’nin Avrupa güvenliği için “olmazsa olmaz” hale geldiği belirtilmelidir. Beklenen Amerikan Avrupa’ya doğru kayması ve “Rus tehdidi” algısı, Avrupalıları Türkiye’nin savunma ve güvenlik katkısına yönlendirebilir. Bu nedenle, Türkiye’yi Avrupalı olarak görmeyen “eski” Avrupa, son AB zirvesinden sonra yumuşayan “Türkiye” politikasını gözden geçirmek zorundadır. Tabii eğer “kurt işareti” ile uğraşmayı bırakabilirlerse!
*Hasan Kalyoncu Üniversitesi Doçent ve SETA Kıdemli Araştırmacısı