Geçtiğimiz hafta bir dizi saldırı ve çatışma Ortadoğu’da şok dalgaları yarattı. İsrail’in Gazze’deki katliamları ve Lübnan sınırında Hizbullah’la düşük yoğunluklu çatışmalar sürüyor. Bu arada Kızıldeniz’de ABD ve İngiltere, Perşembe günü dördüncü kez Yemen’deki Husileri bombaladı. Washington ayrıca Husileri küresel bir terörist grup olarak yeniden listeledi.
Salı günü İran, balistik füzelerle Suriye, Irak (Erbil) ve Pakistan’a (Belucistan) saldırdı. Ülkenin daha önceki saldırılarda vekil güçler kullandığı göz önüne alındığında Devrim Muhafızları’nın doğrudan müdahalesi dikkat çekiciydi. Gözlemciler, Tahran’ın “vekâleten tepkiyi” yetersiz bulduğunu ileri sürüyor; bu, ülkenin kötü şöhretli “stratejik sabrının” tükendiğinin bir işareti olduğunu söylüyor.
İran hükümeti ve destekçileri ise Erbil’deki hedeflerinin Mossad ile bağlantılı olduğunu ve Pakistan’a yönelik saldırılarının İsrail tarafından finanse edilen bir terörist yapılanmayı çökertmeyi amaçladığını iddia etti. İran ayrıca Suriye’de DEAŞ’ın silahlı bir kolunu hedef aldığını açıkladı.
Perşembe günü Pakistan, İran’ın Sistan ve Belucistan eyaletindeki “ayrılıkçı teröristlere” karşı bir dizi cerrahi saldırı düzenleyerek İran’ın saldırısına misilleme yaptı.
Ürdün de aynı sıralarda Suriye’nin Sweida eyaletini bombalıyordu. Suriye rejiminin yasa dışı uyuşturucu üretimi Amman için endişe kaynağı olmaya devam ediyor.
Türkiye’nin Irak ve Suriye’de (Kuzey Irak’ta dokuz Türk askerinin hayatını kaybetmesinin ardından) PKK-YPG militanlarına yönelik bir haftadır sürdürdüğü saldırılar göz önüne alındığında, bölgenin nereye doğru gittiğini merak etmeden duramayız.
Ukrayna savaşıyla ivme kazanan küresel güç mücadelesi, 7 Ekim saldırısının ardından Orta Doğu’nun bölgesel güçlerini içine çeken bir girdaba dönüştü. Bölgedeki tüm ülkelerin terörle mücadelenin, egemenliğin ve toprak bütünlüğünün önemini vurguladığını söylemeye gerek yok. Ancak her çatışma, ciddi bir endişe kaynağı olan ek belirsizlik ve şiddete yol açıyor.
Bölgesel güvenliğin desteklenmesi ikili ve çok taraflı ortaklıkları gerektirir. Bölgesel güçlerin yarattığı güç boşluğunu tek taraflı olarak doldurmaya yönelik bir girişimde bulunulması durumunda ilgili ülkeler arasındaki rekabet, mevcut sorunları derinleştireceği gibi yeni zorluklar da yaratacaktır.
‘Milli gurur’ tırmanıyor
Herhangi bir ülkenin milisleri finanse ederek veya güçlerini sergileyerek güvende kalması pek mümkün görünmüyor. Tam tersine, İran ile Pakistan arasındaki gerilimin gösterdiği gibi, “ulusal gurur” samimi ilişkileri baltalama, dolayısıyla düşmanların ekmeğine yağ sürme potansiyeline sahip.
Sonuç olarak İsrail-Filistin çatışmasının neden olduğu normalleşmenin bozulmasının yeni çatışmalara yol açmasını engellememiz gerekiyor.
Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler Ortadoğu’da ortaya çıkan tehlikeli durumdan endişe duymaya devam ediyor. Nitekim Türk hükümeti, İran ile Pakistan arasındaki anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm çağrısında bulundu. Bu uyarının dikkate alınmaması, bölgeyi tüm ulusların çıkarlarına zarar verecek şekilde dönüştürebilir.
Açıkçası, ABD’nin askeri varlığı ve operasyonları İsrail’in güvende kalmak için önceliklerinin bir listesini oluşturmasına olanak tanıyor. İran da Gazze’deki durumu “direniş eksenini” güçlendirmek için kullanıyor.
İdeal çözüm, bölge ülkelerinin Gazze’de kalıcı bir ateşkes ve iki devletli çözüm için ortaklaşa çalışmasını içerecektir. Böyle bir perspektif ve çabanın olmadığı bir ortamda yapılacak herhangi bir güç gösterisi, ilgili ülkelerin yalnızlaştırılmasına hizmet edecektir. Gerçekten de İran’ın ABD ve İsrail’e (Kızıldeniz ve başka yerlerde) karşı yürüttüğü “sınırlı vekalet savaşı”, bunun Irak ve Pakistan’daki yansımalarıyla birlikte birçok kişinin bu ülkeyi aşırı hırslı olarak algılamasına neden oluyor.
İsrail-Filistin çatışmasının ardından Ortadoğu’da ortaya çıkacak bölgesel düzen, yalnızca küresel güçlerin politikalarıyla değil, Orta Doğu’nun önde gelen güçlerinin yapacağı tercihlerle de şekillenecek.