Taha Akyol’un kaleminden: Devleti ele geçirme hastalığı ve Gülen
Uhrevi boyut elbette ki ‘mahkeme-i kübra’ya aittir. Fakat yaşanan olaylara göz atmalı ve önemli dersler çıkarmalıyız. Hareketin ‘mahrem’ boyutu gün yüzüne çıkmadan önce, nasıl bir görüntü sergiliyordu? İyi eğitim almış, saygılı, açık fikirli ve medeni bir şekilde davranan dindar bireylerden oluşan bir topluluktu. İçlerinde profesörler, iş insanları ve üst düzey uzmanlar bulunuyordu. Başarılı okullar açıyorlardı ve mevcut iktidar, birçok yetkilinin çocukları bu okullarda eğitim aldı. Dünya genelinde ‘Türk Okulları’ açarak, bayrağımızı göndere çekiyor ve İstiklal Marşımızı okutuyorlardı. ‘Türkçe Olimpiyatları’nda Türkçe konuşan çocukları izlemek her birimize büyük bir heyecan veriyordu. İktidar da harekete, ‘hasret’ dolu seslenişlerle cevap veriyor, onlara ne isteseler veriyordu.
İÇİ DIŞI FARKLIYDI Bu hareket, daha önce bilinen tarikatlarla ve cemaatlerle kıyaslandığında, insanların dünya ile bağlarını koparmayıp, eğitim aracılığıyla yükselmelerini sağlayan bir yapıydı. Anadolu’daki dindar iş insanları ve esnaflar, hareketin ‘mahrem’ özelliklerine dair bir bilgileri olmadan, bu oluşumu içtenlikle destekliyorlardı. Sosyal ve hukuki manada bu durum son derece önemlidir. Çünkü pek çok insan, yalnızca hareketin görünen kısmında yer aldıkları için, ‘irtibat ve iltisak’ suçlamasıyla, hatta sadece ‘sosyal çevre’leri üzerinden siyasi kararlarla mesleki ve sosyal hayatta yok sayıldılar. Hayatları karartıldı. Mustafa Yeneroğlu, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, altı yıl içinde 1 milyon 763 bin 530 ‘silahlı terör örgütü’ soruşturmasının açıldığını belirtmişti. Oysa bunların çoğu sadece hareketin görünür yanıyla ilişkilidir. Delilsiz ve yargısız bir şekilde, KHK mağduru olan insanlar vardı. Kitlevi tutuklamalar, mala mülke el koymalar… ‘Mahrem’ yapıda FETÖ, yani ‘Fethullahçı Terör Örgütü’nün darbe girişiminde bulunan oluşumu vardı. Sınavlarda hile yaparak gençlerin kaderlerini değiştirdikleri, haksız yere hapse attıkları insanlar arasındaki yaşamları kararttılar. Bu eylemlerin failidirler ancak bu durumlardan etkilenmeyip yalnızca hareketin açık yüzünde kalanlar, iktidarın denetimsiz OHAL yetkileriyle, ‘hukuk’ anlayışından ziyade, ‘siyasi tasfiye’ anlayışıyla hedef alındı. Siyasi kararlar neticesinde mağduriyetler yaşandı. Bu adaletsiz durumu düzeltmek elzemdir.
‘KÂİNAT İMAMI’ Gülen hareketi, eğer sadece bir eğitim hareketi olarak kalsaydı, seküler kesimlerin de saygısını kazanabilirdi. Dış görünüşüyle aslında bu saygıyı kazanmıştı da… Abant Toplantıları’na katılan aydın ve akademisyenlerin büyük çoğunluğu seküler kimselerdi. Ancak hareketin içinde, sonradan gizli bir organizasyon olduğu ortaya çıkacaktı. Laiklik hassasiyetinin bilindiği ordudaki yerleşim, yalnızca 15 Temmuz’daki kanlı darbe girişimiyle gün yüzüne çıkacaktı. Bu noktada iki temel sorun bulunmaktadır: Birincisi Fethullah Gülen’in egosu; ikincisi ise siyasi kültürdeki ‘devleti ele geçirme’ hastalığı. Kendisine ‘kâinatın imamı’ denilen ve ‘Peygamber efendimizle ruhani bir irtibatı olduğu’ söylenen gizemli bir yapı… Oysa ki Ali Bardakoğlu’nun ifade ettiği gibi: “Dindeki gizem arttıkça dini duyguların istismar edilme ihtimali de artar… Yüce Mevla bize şifreli bir kitap göndermedi.” Ama biz, hamasete duyduğumuz eğilim gibi, ‘gizemli’ olan şeylere, ‘kutb’ul aktab’lara ve ‘kâinat imamı’na da bağlanmaya meyilliyiz. Mistik ve karizmatik büyülerin etkisinden soyunmamız acı tecrübelerle mümkün oluyor.
DEVLETİ ELE GEÇİRMEK Tarikatlar arasında yaşanan iktidar savaşlarını, güç mücadelelerini görüyorsunuz değil mi? Gülen’in vefatının ardından, zaten küçülmüş olan ‘Gülen hareketi’ içinde de benzer çekişmelerin olacağını düşünmekteyim. İhtiras ve güç tutkusu, ‘kâinat imamı’ egosuyla daha da korkunç bir hal alır… Gülen’in sosyal medyadaki şu sözlerine dikkat edin: “Senin iktidar dediğin şey nedir, ben yirmi yaşımda onu devireceğimi, yerini başkasıyla dolduracağımı planlamış bir insanım…” Bu, nasıl bir güç açlığıdır?! Bizim siyasi kültürümüzde ‘devleti ele geçirmek’, bir amaç ya da korku haline gelmiş yaygın bir hastalıktır. Unutmamalıyız ki modern devlet, üstün bir hukuk kurumudur. Ne darbelerle, ne devrimci oluşumlarla ne de sistematik atamalarla ‘ele geçirilmesi’ mümkün değildir. Devlet, milletin bütünüdür. Tüm işlemleri hukukun gerekliliklerine bağlıdır, yargı kontrolüne tabidir ve ‘şeffaflık’ ile ‘liyakat’, devlet işleyişinin temel ilkeleridir. Modern hukuk devleti seviyesine ulaşmış olsaydık, kim ‘devleti ele geçirmeye’ teşebbüs edebilirdi ki? Gelişmiş demokrasilerin örneklerine bakalım; bu mümkün mü? Asıl almamız gereken ders budur.