Son yorumumda, öncelikle kamu tarafından kontrol edilen Türk ilaç geri ödeme sisteminin analizine dahil oldum. Sabit kur ve referans fiyat sisteminin sac ayağını anlattım ve Türk ilaç ve tıbbi fiyatlandırma sisteminin temeli olarak kâr oranlarını belirledim. Türk sisteminin korumacı bir mekanizma olduğunu ve sabit akım oranının Türk ilaç sektörünü nasıl etkilediğini anlattım. Ayrıca sistemin bugüne kadar kamu sektörünün lehine çalıştığını ve Türk hükümetinin on milyarlarca avro tasarruf etmesini kolaylaştırdığını anlattım.
Şimdiye kadar, çok iyi! Peki bu sistemin nesi yanlış? Sorun, başlangıçta kamu harcamalarını kontrol etmek amacıyla getirilen sistemin artık sürdürülemez bir noktaya gelmiş olması ve ciddi bir krize girmiş olmasıdır. Hükümetin katı bir fiyat kontrol politikası olması nedeniyle Türk sistemi gelişmiş ilaç piyasalarıyla karşılaştırıldığında oldukça liberal değildir. Refah devletinin sürdürülebilirliğinin sağlanması ile ilaç sektörünün desteklenmesi arasındaki denge son dönemde ciddi biçimde bozuldu ve sistem sektörü boğmaya başladı. Bazı ilaçların piyasada bulunmadığı, bazı ilaç firmaları ve depolarının Türkiye pazarına ilaç tedarik etmediği, hatta bazılarının Türkiye’den tamamen çekildiği yönünde haberler kamuoyunda sıklıkla yer alıyor. Bu, ilaç geri ödeme sisteminde köklü bir sorunun sonucudur.
İlaca kolay erişim
Gelişmeyi kabul edelim. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye, özellikle 2003 Sağlıkta Dönüşüm Programı ve 2006 Sosyal Güvenlik Reformu’ndan sonra ilaca ve sağlık hizmetlerine erişim konusunda önemli ilerleme kaydetti. Bugün Türkiye’de ilaç ve tıbbi tedaviye her zamankinden daha erişilebilir. .
Geçmişte Türkiye’de ilaca erişim, eczanelerdeki uzun kuyruklar, özel eczaneler ile kamu kurumları arasındaki anlaşmazlıklar, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) hastanelerindeki eski uygulamalar, cebinden ödeme yapıp daha sonra geri ödeme bekleyen hastalar ve ilaç sıkıntısı nedeniyle sekteye uğramıştı. nitelikli ilaç ve tıbbi cihazlar. Ancak son yirmi yıldaki reformlar sistemi dönüştürdü. Hizmet sağlayıcı seçim sisteminin uygulamaya konması, kolaylaştırılmış ilaç dağıtımı ve artan erişilebilirlik, ilaç tedarikinde devrim yarattı. Sağlık hizmetlerinin kapsamı önemli ölçüde genişledi; nüfusun %99’undan fazlası artık Genel Sağlık Sigortası kapsamına giriyor ve çoğu zaman cepten yapılan harcamalar minimum düzeyde oluyor. COVİD-19 salgını, Türk sağlık sisteminin kalitesini, Avrupa ülkelerine rakip olabilecek ve hatta birçok açıdan geride bırakabilecek kapasitede olduğunu ortaya koydu.
Ancak bu olumlu gelişmeler aynı zamanda halk sağlığı ve ilaç bütçesinde de büyük bir artışı beraberinde getirdi. Kamu ilaç bütçesini yönetmek başlı başına büyük bir politika haline geldi. İlaçta 5 milyar euro (5,36 milyar dolar) döviz açığı veren bir ülke olduğumuz için ilaçların fiyatlandırılmasında kullanılacak döviz kuru ayrı bir önem kazandı. Böylece kamu, ilaç geri ödemesinde sabit kur sacayağı, referans fiyat sistemi ve belirlenmiş kâr oranları uygulamasını hayata geçirdi.
Ancak bu politika sınırlarına ulaştı ve artık gözden geçirilmesi gerekiyor. İlaç alanında dört ana tedarikçinin bulunması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır: yerel üreticiler, ihracatçılar, depolar ve eczaneler. İlaç fiyatlarının sıkı kontrol altında olduğu bir ortamda ilaç firmaları ilaç ithalatından caydırılıyor, depolar stok tutabiliyor ve hastalar eczanelerde yabancı menşeli ilaç bulmakta zorlanıyor. Bu boğucu sistem nedeniyle bazı bölgelerde karaborsa tehlikesi ortaya çıktı. Başlangıçta iyi niyetle başlayan bu süreç, artık piyasayı boğmaya başladı. Başta kanser ilaçları olmak üzere pek çok ilacın iç piyasada kıt olduğuna ilişkin çeşitli medya kuruluşlarında çıkan haberler bu temel sorundan kaynaklanmaktadır.
Sağlık hizmetlerine ve ilaca erişim bir insan hakkıdır. Ancak bu, ilaç şirketleri için düzenlenmeyen bir pazar olmamız gerektiği veya çok uluslu şirketlerin pazarı manipüle edebilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Türkiye gibi sağlık sistemi çok geniş olan bir ülke için ilaç bütçesinin kontrol altına alınması ve kıt kaynakların etkin kullanılması bir zorunluluktur. Türkiye’nin yakacak parası yok. Ancak “kontrol altına alalım” demek, “İlaç ekosistemini sarhoş edecek aşırı kısıtlama yapalım” anlamına gelmiyor. Eğer dengeyi tutturamazsak ilaç firmalarının ülkemize yatırım yapmasını imkansız hale getirme ve ülkemizi ilaç fakiri bir ülke haline getirme riski var. Dolayısıyla bu doğru dengeyi bulma meselesidir.
Küresel bir sektörün katı ulusal politikalarla sınırlandırılmaya çalışılması sonucunda, bir yanda ilaç üreticileri ve ithalatçıları, diğer yanda eczaneler çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Bunlardan en belirgin olanı sabit euro kuru ve bunun sonucunda ortaya çıkan fiyatlardır. Türkiye’de düşük döviz kuruna dayalı ilaç fiyat sistemi, bazı ilaçların piyasadan çekilmesi nedeniyle sağlık sorunu olmaya başlıyor. Sektördeki aktörlerin yanı sıra Türk Eczacıları Birliği (TEB) de uzun süredir bu soruna çözüm çağrısında bulunuyor.
Mevcut sistemin sorunları
Sektör temsilcileri, liranın istikrarlı olduğu dönemde sorun olmayan sabit ilaç döviz kurunun, kur krizi sonrasında ciddi bir sorun haline geldiğini ve şirketlerin finansal sürdürülebilirliğini engellediğini belirtiyor. Bazı ilaç firmaları, Türkiye’yi referans fiyat olarak gören diğer ülkelerde ilaç fiyatlarının düşmesini önlemek amacıyla birçok ilacı Türkiye pazarından çekme kararı aldı. Diğer pazarlar fiyat hesaplamalarında Türkiye’yi referans olarak kullanmaya başlarken, firmalar kendileri için çok daha önemli pazar olan bu ülkelerde fiyatların düşmesini önlemek amacıyla ilacı piyasadan çekerek “Türkiye fiyatı” oluşmasını engelliyorlar. .
Türkiye’deki mevcut ilaç fiyatlandırma sisteminin yarattığı bir diğer sorun da, Türkiye’de perakende fiyatla satın alınan ve arka kapı sistemiyle diğer ülkelere ihraç edilen ilaçların “paralel ihracat” sorunudur. Her ne kadar Türkiye ilaç ihracatını ön izne tabi kılarak bu sorunu aşmaya çalışsa da ilaç ticareti halen gayri resmi olarak bavul ticareti yoluyla gerçekleştirilebilmektedir.
Mevcut sistemin bir diğer yan etkisi de hastalara doğrudan erişimin artmasıdır. Türkiye’de ruhsat işlemleri henüz tamamlanmamış bazı ilaçlar TEB ve SGK aracılığıyla yurt dışından getirilebilmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın ilgili kurumunun 27 Ocak’ta yayınladığı son listeye göre, 405 ek maddede 456 markalı ilaç yurt dışından getirilebilecek. Son dönemde doğrudan tedarikin hızla arttığını görüyoruz.
Ancak bir diğer önemli sorun da bazı şirketlerin sistemi atlatmak için karanlık kampanyalar yürütmesi. Büyük firmalar olmasa da bazı firmalar hukuk bürolarıyla iş birliği yaparak hastalara gizlilik içinde ulaşarak, Türkiye’de henüz ruhsatlandırılmamış veya geri ödeme kapsamına girmeyen ilaçları alabilmek için dava açabilmelerine yönelik kapsamlı kampanyalar yürütüyor. Böylece bu şirketler, hastaları organize bir şekilde dava açmaya teşvik ederek sistemin etrafından dolaşıyor. Etik olmasa da normal yollardan kar marjları daralan bazı şirketlerin yanlış yollara başvurmak zorunda kalması anlaşılabilir bir durumdur. Buna ek olarak, bazı şirketler ilaçlarını satmak ve hedefe yönelik tanıtım kampanyaları yürütmek için pazarlama ajansları ve televizyon kanallarıyla perde arkası, şüpheli ilişkilere giriyor. Bazı eleştirmenler ise popüler olan “SGK’nın kanser ilacı vermediği” haberlerinin bir kez daha bu perspektifle değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.
Yeni fiyatlandırma sistemine duyulan ihtiyaç
Bütün bunların mesleki ve etik boyutunu tartışmaktan kaçınıyorum ama mevcut sistemin bir müdahaleye ihtiyacı olduğu açık. Paralel ihracatın daha sıkı kontrol edilmesi ve euro kurunun bugünkü değerine getirilmesi ilaç firmalarının talepleri arasında yer alıyor. Ancak bu talebin karşılanması, kamu sağlık harcamalarının anında on milyarlarca dolar artması anlamına gelecektir.
Öte yandan döviz kurunun daha sürdürülebilir bir dengede belirlenmesi, yabancı ilaç aktörlerinin ülke içindeki kronik hastalıklara yönelik yenilikçi ilaçlar geliştirmesinin teşvik edilmesi, ilaç ruhsatlandırma süreçlerinin kolaylaştırılması, Türkiye üzerinden ihracat yapan veya üretimini gerçekleştiren firmaların desteklenmesi ve teşvik edilmesi gibi adımlar da atılacak. Türkiye’ye getirilmesi ve jenerik ilaçlarda ruhsatlandırma kurallarının güncellenmesi acil bir ihtiyaçtır.
Bu sorunun tek taraflı bir çözümü yok. Çözüm hem halkın hem de şirketlerin birbirine doğru bir adım atması ve sürdürülebilir bir pazar için denge kurmasıdır. İlaç şirketleri olarak SGK ve eczaneler aynı ekosistemin paydaşlarıdır ve tüm tarafların hastalar, piyasa aktörleri ve kamu kurumları için kazan-kazan çözümünde verimli iletişim ve stratejik planlama yapması gerekmektedir.
Aslında ilaç sektöründeki aktörlerin temel endişesi “seslerinin duyulmadığını” hissetmektir. Politika yapıcılar, bürokratlar ve karar vericilerle karşılıklı yarar sağlayan diyaloglar kurmayı amaçlıyorlar. Sektör temsilcileri, karar vericilere erişememekten, istişare eksikliğinden ve ortak olarak değil rakip olarak algılanmaktan yakınıyorlar.
Bütçe tarafında ise SGK’nın resmi verilerine göre 2023 yılında reçetelere ödenen tutar 200 milyar TL civarında. 2022 yılının tamamında ödenen tutar ise 102 milyar TL oldu. Bu da bir önceki yıla göre yüzde 100’ün üzerinde bir artış anlamına geliyor. 2024 yılında öngörülen tutar bunun çok üzerindedir; 400 milyar TL’ye ulaşması muhtemel görünüyor. Türkiye’de kutu bazında satılan ilaçların sadece yüzde 9,6’sını ithal ilaçlar oluştururken, miktar bazında payı yüzde 45,3’e çıkıyor. Bu rakamlar, ilaç euro döviz kuru sorununun çözümünün sadece halk sağlığı meselesi değil, aynı zamanda ülke açısından makroekonomik istikrar meselesi olduğunu gösteriyor. Cömert Türk sağlık sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve ülkenin kıt kaynaklarının etkin şekilde kullanılması, her vatandaşımıza hak ettiği kaliteli sağlık hizmetini sunmak açısından önemlidir.
Ülkenin, gelişmekte olan pazarlarda lider olma ve bölgesinde tıbbi üretim merkezi olma potansiyelinin farkına varılarak sektörün kapsamlı bir şekilde desteklenmesi, doğru şekilde düzenlenmesi ve uygun bir altyapının oluşturulması gerekmektedir. Ülkenin birkaç on yıl içinde küresel olarak ilaç ve sağlık sektöründe yükselen bir yıldız olma potansiyeline sahip olması nedeniyle bu, ülke için stratejik bir amaç olmalıdır.
Özetle, Türk ilaç fiyatlandırma sisteminin birçok açıdan reforme edilerek sürdürülebilir, hasta haklarını koruyan, ilaç sektörünün gelişmesine olanak sağlayan bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Bu zorluk aslında 1990’ların sonlarında ekonomisini dalgalı döviz kuru rejimine geçirme zorluğuna benziyor. Cesaretle atılacak ileri görüşlü adımlar, Türkiye’yi bölgesinin ilaç sanayisi için bir üretim üssü haline getirebilir ve tıpkı turizm sektörü gibi eczane sektörünü de Türkiye’nin döviz kazandıran sektörleri arasında yer alabilir. Maliyet etkinliği esas alarak cesur adımlar atıldığı, Türkiye’nin ilaç üretimindeki potansiyeline güvenildiği ve iyi yönetildiği sürece, Türk ilaç ve tıbbi fiyatlandırma sisteminin refah rejiminin istikrarını bozmadan serbestleştirilmesi ülke ekonomisine büyük fayda sağlayacaktır.
Son yorumumda, öncelikle kamu tarafından kontrol edilen Türk ilaç geri ödeme sisteminin analizine dahil oldum. Sabit kur ve referans fiyat sisteminin sac ayağını anlattım ve Türk ilaç ve tıbbi fiyatlandırma sisteminin temeli olarak kâr oranlarını belirledim. Türk sisteminin korumacı bir mekanizma olduğunu ve sabit akım oranının Türk ilaç sektörünü nasıl etkilediğini anlattım. Ayrıca sistemin bugüne kadar kamu sektörünün lehine çalıştığını ve Türk hükümetinin on milyarlarca avro tasarruf etmesini kolaylaştırdığını anlattım.
Şimdiye kadar, çok iyi! Peki bu sistemin nesi yanlış? Sorun, başlangıçta kamu harcamalarını kontrol etmek amacıyla getirilen sistemin artık sürdürülemez bir noktaya gelmiş olması ve ciddi bir krize girmiş olmasıdır. Hükümetin katı bir fiyat kontrol politikası olması nedeniyle Türk sistemi gelişmiş ilaç piyasalarıyla karşılaştırıldığında oldukça liberal değildir. Refah devletinin sürdürülebilirliğinin sağlanması ile ilaç sektörünün desteklenmesi arasındaki denge son dönemde ciddi biçimde bozuldu ve sistem sektörü boğmaya başladı. Bazı ilaçların piyasada bulunmadığı, bazı ilaç firmaları ve depolarının Türkiye pazarına ilaç tedarik etmediği, hatta bazılarının Türkiye’den tamamen çekildiği yönünde haberler kamuoyunda sıklıkla yer alıyor. Bu, ilaç geri ödeme sisteminde köklü bir sorunun sonucudur.
İlaca kolay erişim
Gelişmeyi kabul edelim. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye, özellikle 2003 Sağlıkta Dönüşüm Programı ve 2006 Sosyal Güvenlik Reformu’ndan sonra ilaca ve sağlık hizmetlerine erişim konusunda önemli ilerleme kaydetti. Bugün Türkiye’de ilaç ve tıbbi tedaviye her zamankinden daha erişilebilir. .
Geçmişte Türkiye’de ilaca erişim, eczanelerdeki uzun kuyruklar, özel eczaneler ile kamu kurumları arasındaki anlaşmazlıklar, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) hastanelerindeki eski uygulamalar, cebinden ödeme yapıp daha sonra geri ödeme bekleyen hastalar ve ilaç sıkıntısı nedeniyle sekteye uğramıştı. nitelikli ilaç ve tıbbi cihazlar. Ancak son yirmi yıldaki reformlar sistemi dönüştürdü. Hizmet sağlayıcı seçim sisteminin uygulamaya konması, kolaylaştırılmış ilaç dağıtımı ve artan erişilebilirlik, ilaç tedarikinde devrim yarattı. Sağlık hizmetlerinin kapsamı önemli ölçüde genişledi; nüfusun %99’undan fazlası artık Genel Sağlık Sigortası kapsamına giriyor ve çoğu zaman cepten yapılan harcamalar minimum düzeyde oluyor. COVİD-19 salgını, Türk sağlık sisteminin kalitesini, Avrupa ülkelerine rakip olabilecek ve hatta birçok açıdan geride bırakabilecek kapasitede olduğunu ortaya koydu.
Ancak bu olumlu gelişmeler aynı zamanda halk sağlığı ve ilaç bütçesinde de büyük bir artışı beraberinde getirdi. Kamu ilaç bütçesini yönetmek başlı başına büyük bir politika haline geldi. İlaçta 5 milyar euro (5,36 milyar dolar) döviz açığı veren bir ülke olduğumuz için ilaçların fiyatlandırılmasında kullanılacak döviz kuru ayrı bir önem kazandı. Böylece kamu, ilaç geri ödemesinde sabit kur sacayağı, referans fiyat sistemi ve belirlenmiş kâr oranları uygulamasını hayata geçirdi.
Ancak bu politika sınırlarına ulaştı ve artık gözden geçirilmesi gerekiyor. İlaç alanında dört ana tedarikçinin bulunması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır: yerel üreticiler, ihracatçılar, depolar ve eczaneler. İlaç fiyatlarının sıkı kontrol altında olduğu bir ortamda ilaç firmaları ilaç ithalatından caydırılıyor, depolar stok tutabiliyor ve hastalar eczanelerde yabancı menşeli ilaç bulmakta zorlanıyor. Bu boğucu sistem nedeniyle bazı bölgelerde karaborsa tehlikesi ortaya çıktı. Başlangıçta iyi niyetle başlayan bu süreç, artık piyasayı boğmaya başladı. Başta kanser ilaçları olmak üzere pek çok ilacın iç piyasada kıt olduğuna ilişkin çeşitli medya kuruluşlarında çıkan haberler bu temel sorundan kaynaklanmaktadır.
Sağlık hizmetlerine ve ilaca erişim bir insan hakkıdır. Ancak bu, ilaç şirketleri için düzenlenmeyen bir pazar olmamız gerektiği veya çok uluslu şirketlerin pazarı manipüle edebilmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Türkiye gibi sağlık sistemi çok geniş olan bir ülke için ilaç bütçesinin kontrol altına alınması ve kıt kaynakların etkin kullanılması bir zorunluluktur. Türkiye’nin yakacak parası yok. Ancak “kontrol altına alalım” demek, “İlaç ekosistemini sarhoş edecek aşırı kısıtlama yapalım” anlamına gelmiyor. Eğer dengeyi tutturamazsak ilaç firmalarının ülkemize yatırım yapmasını imkansız hale getirme ve ülkemizi ilaç fakiri bir ülke haline getirme riski var. Dolayısıyla bu doğru dengeyi bulma meselesidir.
Küresel bir sektörün katı ulusal politikalarla sınırlandırılmaya çalışılması sonucunda, bir yanda ilaç üreticileri ve ithalatçıları, diğer yanda eczaneler çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Bunlardan en belirgin olanı sabit euro kuru ve bunun sonucunda ortaya çıkan fiyatlardır. Türkiye’de düşük döviz kuruna dayalı ilaç fiyat sistemi, bazı ilaçların piyasadan çekilmesi nedeniyle sağlık sorunu olmaya başlıyor. Sektördeki aktörlerin yanı sıra Türk Eczacıları Birliği (TEB) de uzun süredir bu soruna çözüm çağrısında bulunuyor.
Mevcut sistemin sorunları
Sektör temsilcileri, liranın istikrarlı olduğu dönemde sorun olmayan sabit ilaç döviz kurunun, kur krizi sonrasında ciddi bir sorun haline geldiğini ve şirketlerin finansal sürdürülebilirliğini engellediğini belirtiyor. Bazı ilaç firmaları, Türkiye’yi referans fiyat olarak gören diğer ülkelerde ilaç fiyatlarının düşmesini önlemek amacıyla birçok ilacı Türkiye pazarından çekme kararı aldı. Diğer pazarlar fiyat hesaplamalarında Türkiye’yi referans olarak kullanmaya başlarken, firmalar kendileri için çok daha önemli pazar olan bu ülkelerde fiyatların düşmesini önlemek amacıyla ilacı piyasadan çekerek “Türkiye fiyatı” oluşmasını engelliyorlar. .
Türkiye’deki mevcut ilaç fiyatlandırma sisteminin yarattığı bir diğer sorun da, Türkiye’de perakende fiyatla satın alınan ve arka kapı sistemiyle diğer ülkelere ihraç edilen ilaçların “paralel ihracat” sorunudur. Her ne kadar Türkiye ilaç ihracatını ön izne tabi kılarak bu sorunu aşmaya çalışsa da ilaç ticareti halen gayri resmi olarak bavul ticareti yoluyla gerçekleştirilebilmektedir.
Mevcut sistemin bir diğer yan etkisi de hastalara doğrudan erişimin artmasıdır. Türkiye’de ruhsat işlemleri henüz tamamlanmamış bazı ilaçlar TEB ve SGK aracılığıyla yurt dışından getirilebilmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın ilgili kurumunun 27 Ocak’ta yayınladığı son listeye göre, 405 ek maddede 456 markalı ilaç yurt dışından getirilebilecek. Son dönemde doğrudan tedarikin hızla arttığını görüyoruz.
Ancak bir diğer önemli sorun da bazı şirketlerin sistemi atlatmak için karanlık kampanyalar yürütmesi. Büyük firmalar olmasa da bazı firmalar hukuk bürolarıyla iş birliği yaparak hastalara gizlilik içinde ulaşarak, Türkiye’de henüz ruhsatlandırılmamış veya geri ödeme kapsamına girmeyen ilaçları alabilmek için dava açabilmelerine yönelik kapsamlı kampanyalar yürütüyor. Böylece bu şirketler, hastaları organize bir şekilde dava açmaya teşvik ederek sistemin etrafından dolaşıyor. Etik olmasa da normal yollardan kar marjları daralan bazı şirketlerin yanlış yollara başvurmak zorunda kalması anlaşılabilir bir durumdur. Buna ek olarak, bazı şirketler ilaçlarını satmak ve hedefe yönelik tanıtım kampanyaları yürütmek için pazarlama ajansları ve televizyon kanallarıyla perde arkası, şüpheli ilişkilere giriyor. Bazı eleştirmenler ise popüler olan “SGK’nın kanser ilacı vermediği” haberlerinin bir kez daha bu perspektifle değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.
Yeni fiyatlandırma sistemine duyulan ihtiyaç
Bütün bunların mesleki ve etik boyutunu tartışmaktan kaçınıyorum ama mevcut sistemin bir müdahaleye ihtiyacı olduğu açık. Paralel ihracatın daha sıkı kontrol edilmesi ve euro kurunun bugünkü değerine getirilmesi ilaç firmalarının talepleri arasında yer alıyor. Ancak bu talebin karşılanması, kamu sağlık harcamalarının anında on milyarlarca dolar artması anlamına gelecektir.
Öte yandan döviz kurunun daha sürdürülebilir bir dengede belirlenmesi, yabancı ilaç aktörlerinin ülke içindeki kronik hastalıklara yönelik yenilikçi ilaçlar geliştirmesinin teşvik edilmesi, ilaç ruhsatlandırma süreçlerinin kolaylaştırılması, Türkiye üzerinden ihracat yapan veya üretimini gerçekleştiren firmaların desteklenmesi ve teşvik edilmesi gibi adımlar da atılacak. Türkiye’ye getirilmesi ve jenerik ilaçlarda ruhsatlandırma kurallarının güncellenmesi acil bir ihtiyaçtır.
Bu sorunun tek taraflı bir çözümü yok. Çözüm hem halkın hem de şirketlerin birbirine doğru bir adım atması ve sürdürülebilir bir pazar için denge kurmasıdır. İlaç şirketleri olarak SGK ve eczaneler aynı ekosistemin paydaşlarıdır ve tüm tarafların hastalar, piyasa aktörleri ve kamu kurumları için kazan-kazan çözümünde verimli iletişim ve stratejik planlama yapması gerekmektedir.
Aslında ilaç sektöründeki aktörlerin temel endişesi “seslerinin duyulmadığını” hissetmektir. Politika yapıcılar, bürokratlar ve karar vericilerle karşılıklı yarar sağlayan diyaloglar kurmayı amaçlıyorlar. Sektör temsilcileri, karar vericilere erişememekten, istişare eksikliğinden ve ortak olarak değil rakip olarak algılanmaktan yakınıyorlar.
Bütçe tarafında ise SGK’nın resmi verilerine göre 2023 yılında reçetelere ödenen tutar 200 milyar TL civarında. 2022 yılının tamamında ödenen tutar ise 102 milyar TL oldu. Bu da bir önceki yıla göre yüzde 100’ün üzerinde bir artış anlamına geliyor. 2024 yılında öngörülen tutar bunun çok üzerindedir; 400 milyar TL’ye ulaşması muhtemel görünüyor. Türkiye’de kutu bazında satılan ilaçların sadece yüzde 9,6’sını ithal ilaçlar oluştururken, miktar bazında payı yüzde 45,3’e çıkıyor. Bu rakamlar, ilaç euro döviz kuru sorununun çözümünün sadece halk sağlığı meselesi değil, aynı zamanda ülke açısından makroekonomik istikrar meselesi olduğunu gösteriyor. Cömert Türk sağlık sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve ülkenin kıt kaynaklarının etkin şekilde kullanılması, her vatandaşımıza hak ettiği kaliteli sağlık hizmetini sunmak açısından önemlidir.
Ülkenin, gelişmekte olan pazarlarda lider olma ve bölgesinde tıbbi üretim merkezi olma potansiyelinin farkına varılarak sektörün kapsamlı bir şekilde desteklenmesi, doğru şekilde düzenlenmesi ve uygun bir altyapının oluşturulması gerekmektedir. Ülkenin birkaç on yıl içinde küresel olarak ilaç ve sağlık sektöründe yükselen bir yıldız olma potansiyeline sahip olması nedeniyle bu, ülke için stratejik bir amaç olmalıdır.
Özetle, Türk ilaç fiyatlandırma sisteminin birçok açıdan reforme edilerek sürdürülebilir, hasta haklarını koruyan, ilaç sektörünün gelişmesine olanak sağlayan bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Bu zorluk aslında 1990’ların sonlarında ekonomisini dalgalı döviz kuru rejimine geçirme zorluğuna benziyor. Cesaretle atılacak ileri görüşlü adımlar, Türkiye’yi bölgesinin ilaç sanayisi için bir üretim üssü haline getirebilir ve tıpkı turizm sektörü gibi eczane sektörünü de Türkiye’nin döviz kazandıran sektörleri arasında yer alabilir. Maliyet etkinliği esas alarak cesur adımlar atıldığı, Türkiye’nin ilaç üretimindeki potansiyeline güvenildiği ve iyi yönetildiği sürece, Türk ilaç ve tıbbi fiyatlandırma sisteminin refah rejiminin istikrarını bozmadan serbestleştirilmesi ülke ekonomisine büyük fayda sağlayacaktır.