Türkiye, 7 Ekim’den bu yana son derece dinamik bir dış politika gündemini titizlikle yürütüyor. Hamas’ın Aksa Tufanı Harekatı’nın tetiklediği bu sürecin başlaması, Türkiye’yi Orta Doğu’daki dış politika stratejilerini ve planlarını kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirmeye zorladı.
7 Ekim’den önce, iki temel jeopolitik anlatı, 2023 başkanlık seçimleri sonrasında ortaya çıkan dış politika vizyonunu etkilemişti. İlk anlatı, Yemen’den Türkiye’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada belirgin bir normalleşme eğilimine odaklanıyordu. Bu çerçevede, Suudi Arabistan ile Husiler arasında Yemen ihtilafının çözümüne yönelik müzakereler gerçekleştirilmiş, Suudi Arabistan ile İsrail arasında çığır açıcı bir anlaşmaya varılması yönünde önemli mesafeler alınmış ve Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesi sağlamlaştırılmıştır.
İkinci anlatı, Türkiye’yi hızla gelişen küresel rekabet ortamının zorluklarına karşı konumlandırmak ve ekonomik rekabet gücünü artırmak için kapsamlı bir dış politika stratejisinin geliştirilmesi etrafında dönüyordu. 2016’dan 2021’e kadar bu strateji, dış ilişkileri zorlayan güvenlik odaklı politikalardan daha işbirlikçi bir güvenlik yaklaşımına geçişi amaçladı.
7 Ekim olaylarının ardından her iki strateji de ciddi bir değişimle karşı karşıya kaldı ve bu durum Ankara’nın dikkatini Gazze’ye ve bunu takip eden bölgesel krize yöneltmesine neden oldu. Bu durum Türkiye’nin dış politika önceliklerinin ve stratejilerinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesini gerektirdi. Özellikle işbirlikçi güvenlik yaklaşımını çevreleyen karmaşıklıklar daha da net bir şekilde ortaya çıktı, ancak Ankara temel dış politika yörüngesinde kararlılığını korudu.
Diplomatik cephe
7 Ekim’de Hamas’ın saldırısına Türkiye’nin ilk tepkisi itidal çağrısı oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hamas’ın yöntemlerinin yanlış yönlendirildiğini vurguladı ve İsrail’in artan askeri misillemesinin potansiyel vahim sonuçlarını öngörerek her iki tarafa da itidal çağrısında bulundu. İsrail’in tepkisinin sert olacağının anlaşılması üzerine Türkiye temkinli bir yaklaşım benimseyerek büyükelçisini aceleyle geri çekmekten kaçındı ve eleştirilerini İsrail hükümetine ve özellikle Netanyahu’ya yöneltti.
7 Ekim saldırılarına yanıt olarak İsrail’in askeri olarak Gazze’yi hedef almasının ardından Türkiye, İsrail’i dizginlemek ve derhal ateşkes sağlamak amacıyla bölgesel ve küresel diplomasiye yoğun bir şekilde girişti. Türkiye’nin Gazze’deki çatışmayı durdurmayı amaçlayan zorlayıcı diplomasiyi aktif olarak izlemesine rağmen, bu çabaların etkinliği Batılı ve bölge ülkelerinin belirsiz pozisyonları nedeniyle sekteye uğradı. Sonuç olarak Türkiye’nin çabaları Gazze’deki savaşı durdurmakta yetersiz kaldı.
Bu dönemde Ankara, Hamas’ın elindeki rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla arabulucu rolünü üstlendi. Ancak tüm çabalara rağmen istenilen sonuca ulaşılamadı. Ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (IOC) krizin başlamasından bir ay sonra toplandı, ancak diplomatik çabaları kınamaların ötesinde İsrail üzerinde ciddi bir baskı oluşturmada başarısız oldu.
Bu dönem boyunca Ankara, İsrail’e baskı uygulamayı amaçlayan güçlü bölgesel ve küresel diplomatik kanallar kurmaya çalıştı. Gazze Temas Grubu, İsrail’i dizginlemek ve ateşkes için destek toplamak amacıyla Batılı başkentleri harekete geçirme çabalarına öncülük etti. Ancak bu uyumlu diplomatik çabalara rağmen ateşkes kısa ömürlü oldu.
Türkiye, krizin başında samimi garantörlük teklifine rağmen ne Batılı güçlerden ne de bölge ülkelerinden gerekli desteği alamadı. Ayrıca Ankara, önerilen garantör mekanizmasının operasyonel çerçevesi, katılımcı ülkeler ve askeri yükümlülüklerine ilişkin net bir duruş ortaya koymakta zorlandı. Kriz tırmandıkça ve İsrail’in askeri eylemleri Gazze’yi insanlıktan çıkarmaya yönelik sistematik bir kampanyaya dönüştükçe, Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu daha da sertleşti.
Türkiye başlangıçta büyükelçisini geri çekti, enerji müzakerelerini askıya aldı ve Batı’nın Hamas’ı terör örgütü olarak nitelendirme eğilimlerine karşı çıkarak uluslararası alanda duruşunu kararlı bir şekilde savundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir adım daha ileri giderek Hamas’ın siyasi temsilcilerini İstanbul’da ağırlayarak Türkiye’nin bu konudaki tavrını netleştirdi. Bu hamle, ateşkesin temelini oluşturmayı ve Filistinli gruplar arasındaki birliği güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Bu önlemlere rağmen Türkiye, iki devletli çözümün korunmasını savunarak ve ticari kısıtlamalar yoluyla Tel Aviv üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak diplomatik çabalara aktif olarak katılmaya devam etti. Süreç boyunca Ankara kararlılıkla tutumunu korudu ve çözüme yönelik diplomatik ivmeyi sürdürmeye çalıştı.
Yasal cephe
Türkiye’nin son eylemi, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına dahil olma niyetini duyurması oldu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı davaya katılma kararını açıklayarak, başvuruyu derhal müdahale için UAD’ye sunmayı planladığını açıkladı. Özellikle Nikaragua daha önce 23 Ocak 2024’te Güney Afrika’ya destek amacıyla müdahale başvurusunda bulunmuş, ardından 5 Nisan 2024’te Kolombiya başvurmuştu.
Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına müdahil olma kararı, çok sayıda ülkeyle uzun süreli kapsamlı diplomatik ilişkiler sonrasında geldi. Türkiye, bu önemli karara destek sağlamak amacıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Riyad toplantısında üye ülkelerle kapsamlı müzakerelere girişti. Bu görüşmeler sırasında Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin desteğini alarak uluslararası arenadaki konumunu daha da sağlamlaştırdı.
Gerçekten de Uluslararası Adalet Divanı önündeki bir davaya müdahalenin iki temel gerekçesi vardır. UAD Tüzüğü’nün 62. maddesinde ana hatlarıyla belirtildiği gibi ilk gerekçe, bir devletin, mahkemenin mevcut davadaki kararından etkilenebilecek hukuki bir menfaati olduğuna inanması halinde müdahale talep etmesine izin vermektedir. Nikaragua’nın müdahale başvurusunun temeli buydu.
UAD Tüzüğü’nün 63. Maddesine dayanan ikinci dayanak, ihtilaf konusu olan spesifik davadan ziyade bir andlaşmanın yorumlanmasına yönelik müdahaleyi içermektedir. Bu senaryoda üçüncü bir devlet, taraf olduğu uluslararası sözleşmenin yorumlanmasından etkileneceği için müdahale talebinde bulunabilir.
Bu iki yol, devletlerin, dava sonucundan doğrudan etkilenen hukuki çıkarlarını korumak veya mevcut spesifik anlaşmazlığın ötesinde daha geniş sonuçları olan ilgili anlaşmaların yorumunu etkilemek amacıyla UAD davalarına müdahale etme mekanizmaları sağlar.
Eğer Türkiye, UAD Tüzüğü’nün 63. maddesine dayanarak müdahale talebinde bulunsaydı, Güney Afrika davasının temelini oluşturan 1948 Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin yorumunun da bir taraf devlet olarak Türkiye için önem taşıdığı iddia edilebilirdi. kongreye. Türkiye bu temelde müdahale ederek yargılamalara aktif olarak katılmayı ve sözleşmenin yorumunu etkilemeyi, böylece davanın sonucunu kendi çıkarları ve hukuki perspektifleri doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlayacaktır. UAD’nin Türkiye’nin müdahale talebini kabul etmesi, Türkiye’nin yargılamada proaktif bir rol oynamasına olanak tanıyacaktır.
Nitekim Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına katılma kararı, Gazze krizine ilişkin önemli ve iddialı bir duruşa işaret ediyor. Türkiye, soykırım suçlamasını hukuki platforma taşıyarak İsrail’e yönelik tavrını net bir şekilde netleştirmeyi ve Güney Afrika’nın davasına aktif destek vermeyi amaçlıyor. Bu hamle, Türkiye’nin davadaki hukuki konumunu güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Gazze krizine ilişkin tutumuna ilişkin de güçlü bir sinyal veriyor.
Dahası, Türkiye’nin müdahalesi diğer devletlerin de harekete geçmesine ilham verebilir ve potansiyel olarak durumu ele almayı ve İsrail’e eylemlerini durdurması için baskı yapmayı amaçlayan kolektif bir çabaya yol açabilir. Bu şekilde, Türkiye’nin Güney Afrika’nın durumunu destekleme konusundaki proaktif yaklaşımı, krizin çözülmesi ve düşmanlıkların sona erdirilmesine yönelik diplomatik çabalara katkıda bulunabilir.
Gerçekten de Gazze savaşının Türkiye’nin dış politikası üzerinde önemli etkileri oldu. Birincisi, Türkiye ile İsrail arasındaki normalleşme sürecini durdurdu veya geciktirdi, ülkeyi belirsiz bir geleceğe itti. Gazze’deki çatışmaların tırmanması iki ülke arasındaki ilişkileri gererek normalleşme çabalarını askıya aldı.
Tam tersine Gazze savaşı da Türkiye’nin bölgesel siyasetteki etkisini artırdı. Türkiye, krize karşı güçlü bir duruş sergileyerek ve diplomatik çabalara aktif olarak katılarak, bölgesel istikrara olan bağlılığını ve uluslararası sahnede kendini gösterme isteğini ortaya koydu. Bu artan katılım, Türkiye’nin bölgesel meselelerdeki itibarını ve ağırlığını artırdı ve Orta Doğu’da kilit bir oyuncu olarak konumunu sağlamlaştırdı.
Özetle, Gazze çatışması Türkiye-İsrail normalleşmesine duraklama getirirken, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel politikadaki rolünü ve nüfuzunu da artırdı ve daha geniş Orta Doğu bağlamında diplomatik bir aktör olarak öneminin altını çizdi.
Türkiye, 7 Ekim’den bu yana son derece dinamik bir dış politika gündemini titizlikle yürütüyor. Hamas’ın Aksa Tufanı Harekatı’nın tetiklediği bu sürecin başlaması, Türkiye’yi Orta Doğu’daki dış politika stratejilerini ve planlarını kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirmeye zorladı.
7 Ekim’den önce, iki temel jeopolitik anlatı, 2023 başkanlık seçimleri sonrasında ortaya çıkan dış politika vizyonunu etkilemişti. İlk anlatı, Yemen’den Türkiye’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada belirgin bir normalleşme eğilimine odaklanıyordu. Bu çerçevede, Suudi Arabistan ile Husiler arasında Yemen ihtilafının çözümüne yönelik müzakereler gerçekleştirilmiş, Suudi Arabistan ile İsrail arasında çığır açıcı bir anlaşmaya varılması yönünde önemli mesafeler alınmış ve Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesi sağlamlaştırılmıştır.
İkinci anlatı, Türkiye’yi hızla gelişen küresel rekabet ortamının zorluklarına karşı konumlandırmak ve ekonomik rekabet gücünü artırmak için kapsamlı bir dış politika stratejisinin geliştirilmesi etrafında dönüyordu. 2016’dan 2021’e kadar bu strateji, dış ilişkileri zorlayan güvenlik odaklı politikalardan daha işbirlikçi bir güvenlik yaklaşımına geçişi amaçladı.
7 Ekim olaylarının ardından her iki strateji de ciddi bir değişimle karşı karşıya kaldı ve bu durum Ankara’nın dikkatini Gazze’ye ve bunu takip eden bölgesel krize yöneltmesine neden oldu. Bu durum Türkiye’nin dış politika önceliklerinin ve stratejilerinin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesini gerektirdi. Özellikle işbirlikçi güvenlik yaklaşımını çevreleyen karmaşıklıklar daha da net bir şekilde ortaya çıktı, ancak Ankara temel dış politika yörüngesinde kararlılığını korudu.
Diplomatik cephe
7 Ekim’de Hamas’ın saldırısına Türkiye’nin ilk tepkisi itidal çağrısı oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hamas’ın yöntemlerinin yanlış yönlendirildiğini vurguladı ve İsrail’in artan askeri misillemesinin potansiyel vahim sonuçlarını öngörerek her iki tarafa da itidal çağrısında bulundu. İsrail’in tepkisinin sert olacağının anlaşılması üzerine Türkiye temkinli bir yaklaşım benimseyerek büyükelçisini aceleyle geri çekmekten kaçındı ve eleştirilerini İsrail hükümetine ve özellikle Netanyahu’ya yöneltti.
7 Ekim saldırılarına yanıt olarak İsrail’in askeri olarak Gazze’yi hedef almasının ardından Türkiye, İsrail’i dizginlemek ve derhal ateşkes sağlamak amacıyla bölgesel ve küresel diplomasiye yoğun bir şekilde girişti. Türkiye’nin Gazze’deki çatışmayı durdurmayı amaçlayan zorlayıcı diplomasiyi aktif olarak izlemesine rağmen, bu çabaların etkinliği Batılı ve bölge ülkelerinin belirsiz pozisyonları nedeniyle sekteye uğradı. Sonuç olarak Türkiye’nin çabaları Gazze’deki savaşı durdurmakta yetersiz kaldı.
Bu dönemde Ankara, Hamas’ın elindeki rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla arabulucu rolünü üstlendi. Ancak tüm çabalara rağmen istenilen sonuca ulaşılamadı. Ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (IOC) krizin başlamasından bir ay sonra toplandı, ancak diplomatik çabaları kınamaların ötesinde İsrail üzerinde ciddi bir baskı oluşturmada başarısız oldu.
Bu dönem boyunca Ankara, İsrail’e baskı uygulamayı amaçlayan güçlü bölgesel ve küresel diplomatik kanallar kurmaya çalıştı. Gazze Temas Grubu, İsrail’i dizginlemek ve ateşkes için destek toplamak amacıyla Batılı başkentleri harekete geçirme çabalarına öncülük etti. Ancak bu uyumlu diplomatik çabalara rağmen ateşkes kısa ömürlü oldu.
Türkiye, krizin başında samimi garantörlük teklifine rağmen ne Batılı güçlerden ne de bölge ülkelerinden gerekli desteği alamadı. Ayrıca Ankara, önerilen garantör mekanizmasının operasyonel çerçevesi, katılımcı ülkeler ve askeri yükümlülüklerine ilişkin net bir duruş ortaya koymakta zorlandı. Kriz tırmandıkça ve İsrail’in askeri eylemleri Gazze’yi insanlıktan çıkarmaya yönelik sistematik bir kampanyaya dönüştükçe, Türkiye’nin İsrail’e yönelik tutumu daha da sertleşti.
Türkiye başlangıçta büyükelçisini geri çekti, enerji müzakerelerini askıya aldı ve Batı’nın Hamas’ı terör örgütü olarak nitelendirme eğilimlerine karşı çıkarak uluslararası alanda duruşunu kararlı bir şekilde savundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir adım daha ileri giderek Hamas’ın siyasi temsilcilerini İstanbul’da ağırlayarak Türkiye’nin bu konudaki tavrını netleştirdi. Bu hamle, ateşkesin temelini oluşturmayı ve Filistinli gruplar arasındaki birliği güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Bu önlemlere rağmen Türkiye, iki devletli çözümün korunmasını savunarak ve ticari kısıtlamalar yoluyla Tel Aviv üzerindeki baskıyı yoğunlaştırarak diplomatik çabalara aktif olarak katılmaya devam etti. Süreç boyunca Ankara kararlılıkla tutumunu korudu ve çözüme yönelik diplomatik ivmeyi sürdürmeye çalıştı.
Yasal cephe
Türkiye’nin son eylemi, Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına dahil olma niyetini duyurması oldu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı davaya katılma kararını açıklayarak, başvuruyu derhal müdahale için UAD’ye sunmayı planladığını açıkladı. Özellikle Nikaragua daha önce 23 Ocak 2024’te Güney Afrika’ya destek amacıyla müdahale başvurusunda bulunmuş, ardından 5 Nisan 2024’te Kolombiya başvurmuştu.
Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına müdahil olma kararı, çok sayıda ülkeyle uzun süreli kapsamlı diplomatik ilişkiler sonrasında geldi. Türkiye, bu önemli karara destek sağlamak amacıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Riyad toplantısında üye ülkelerle kapsamlı müzakerelere girişti. Bu görüşmeler sırasında Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin desteğini alarak uluslararası arenadaki konumunu daha da sağlamlaştırdı.
Gerçekten de Uluslararası Adalet Divanı önündeki bir davaya müdahalenin iki temel gerekçesi vardır. UAD Tüzüğü’nün 62. maddesinde ana hatlarıyla belirtildiği gibi ilk gerekçe, bir devletin, mahkemenin mevcut davadaki kararından etkilenebilecek hukuki bir menfaati olduğuna inanması halinde müdahale talep etmesine izin vermektedir. Nikaragua’nın müdahale başvurusunun temeli buydu.
UAD Tüzüğü’nün 63. Maddesine dayanan ikinci dayanak, ihtilaf konusu olan spesifik davadan ziyade bir andlaşmanın yorumlanmasına yönelik müdahaleyi içermektedir. Bu senaryoda üçüncü bir devlet, taraf olduğu uluslararası sözleşmenin yorumlanmasından etkileneceği için müdahale talebinde bulunabilir.
Bu iki yol, devletlerin, dava sonucundan doğrudan etkilenen hukuki çıkarlarını korumak veya mevcut spesifik anlaşmazlığın ötesinde daha geniş sonuçları olan ilgili anlaşmaların yorumunu etkilemek amacıyla UAD davalarına müdahale etme mekanizmaları sağlar.
Eğer Türkiye, UAD Tüzüğü’nün 63. maddesine dayanarak müdahale talebinde bulunsaydı, Güney Afrika davasının temelini oluşturan 1948 Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin yorumunun da bir taraf devlet olarak Türkiye için önem taşıdığı iddia edilebilirdi. kongreye. Türkiye bu temelde müdahale ederek yargılamalara aktif olarak katılmayı ve sözleşmenin yorumunu etkilemeyi, böylece davanın sonucunu kendi çıkarları ve hukuki perspektifleri doğrultusunda şekillendirmeyi amaçlayacaktır. UAD’nin Türkiye’nin müdahale talebini kabul etmesi, Türkiye’nin yargılamada proaktif bir rol oynamasına olanak tanıyacaktır.
Nitekim Türkiye’nin Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına katılma kararı, Gazze krizine ilişkin önemli ve iddialı bir duruşa işaret ediyor. Türkiye, soykırım suçlamasını hukuki platforma taşıyarak İsrail’e yönelik tavrını net bir şekilde netleştirmeyi ve Güney Afrika’nın davasına aktif destek vermeyi amaçlıyor. Bu hamle, Türkiye’nin davadaki hukuki konumunu güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda Gazze krizine ilişkin tutumuna ilişkin de güçlü bir sinyal veriyor.
Dahası, Türkiye’nin müdahalesi diğer devletlerin de harekete geçmesine ilham verebilir ve potansiyel olarak durumu ele almayı ve İsrail’e eylemlerini durdurması için baskı yapmayı amaçlayan kolektif bir çabaya yol açabilir. Bu şekilde, Türkiye’nin Güney Afrika’nın durumunu destekleme konusundaki proaktif yaklaşımı, krizin çözülmesi ve düşmanlıkların sona erdirilmesine yönelik diplomatik çabalara katkıda bulunabilir.
Gerçekten de Gazze savaşının Türkiye’nin dış politikası üzerinde önemli etkileri oldu. Birincisi, Türkiye ile İsrail arasındaki normalleşme sürecini durdurdu veya geciktirdi, ülkeyi belirsiz bir geleceğe itti. Gazze’deki çatışmaların tırmanması iki ülke arasındaki ilişkileri gererek normalleşme çabalarını askıya aldı.
Tam tersine Gazze savaşı da Türkiye’nin bölgesel siyasetteki etkisini artırdı. Türkiye, krize karşı güçlü bir duruş sergileyerek ve diplomatik çabalara aktif olarak katılarak, bölgesel istikrara olan bağlılığını ve uluslararası sahnede kendini gösterme isteğini ortaya koydu. Bu artan katılım, Türkiye’nin bölgesel meselelerdeki itibarını ve ağırlığını artırdı ve Orta Doğu’da kilit bir oyuncu olarak konumunu sağlamlaştırdı.
Özetle, Gazze çatışması Türkiye-İsrail normalleşmesine duraklama getirirken, aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel politikadaki rolünü ve nüfuzunu da artırdı ve daha geniş Orta Doğu bağlamında diplomatik bir aktör olarak öneminin altını çizdi.