İsrail’in Filistinlilere yönelik zulmünün riski Batılı ülkeler, özellikle de ABD açısından oldukça yüksek. ABD ve Avrupalı ortaklar, İsrail’in Filistin’deki savaş suçlarına koşulsuz destek vermeleri nedeniyle, Ukrayna-Rusya Savaşı gibi diğer uluslararası krizlerdeki konumları için destek alamıyorlar. Bu, İsrail-Filistin meselesinin Batı, yani Amerikan hegemonyasının çöküşünde en önemli dönüm noktalarından biri olacağı anlamına geliyor.
İsrail’i desteklemek, yalnızca Batı kamuoyundaki ABD imajına değil, aynı zamanda dünyanın Batılı olmayan kesimindeki imajına da ciddi şekilde zarar veriyor. Hıristiyanlar ve Yahudiler de dahil olmak üzere milyonlarca Batılı, kendi hükümetlerini Filistin’deki masum sivillerin öldürülmesine verdikleri destekten vazgeçmeleri konusunda açıkça uyarıyor.
Batı, İsrail’in Gazze’deki toplu katliamlarına doğrudan veya dolaylı olarak yardım ve yataklık etme konusunda sadece inanılırlığını değil aynı zamanda ahlaki üstünlüğünü de büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Bundan sonra Batı’nın, Batı dışı dünyadan herhangi bir siyasi aktöre karşı ahlaki bir zemin iddia etmesi oldukça zor olacaktır. İsrail ve onun Batılı destekçileri, masum sivillere karşı orantısız güç kullanarak, ABD’nin kurduğu dünya düzeninin tabutuna son çiviyi çaktı.
Üstelik Batılı ülkelerin izinden giden diğer devletler de uluslararası kurallara saygı göstermeyecek.
Sadece İsrail değil, Batılı ülkeler de neredeyse tüm küresel uluslararası kurumları daha sık ve daha açık bir şekilde baltalamaya başladı. Örneğin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 120 ülke Gazze’de acil, kalıcı ve sürdürülebilir bir insani ateşkes çağrısında bulunurken, çoğu Batılı ülke ya aleyhte oy kullandı ya da çekimser kaldı. Beklendiği gibi İsrailli yetkililer kararı reddetti. İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen daha da ileri giderek kararı “alçakça” olarak nitelendirmeye cüret etti. Bu nedenle İsrail’in Filistin’deki zulmünü eleştiren herhangi bir devleti suçlamaktan çekinmiyorlar.
İsrailli ve Batılı politikacılar histerik bir ruh hali içinde dini metinlerin, normların ve kuralların altını çizmeye başladılar. Çoğunlukla dini metinlerden olumsuz fikirler çıkarıyorlar. Örneğin Amerikalı üst düzey yetkililerin çoğu, Filistin’deki gelişmeleri dini bir perspektifle açıklamaya çalıştı. ABD Başkanı Joe Biden, Yahudi halkının Avrupa ülkeleri tarafından yabancılaştırılmasına karşı 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da ortaya çıkan ideolojinin adı olan Siyonist olduğunu açıkladı. Benzer şekilde ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, 7 Ekim saldırılarının ardından İsrail’e yaptığı ziyarette, yalnızca ABD’nin sekreteri olarak değil, aynı zamanda bir Yahudi olarak da İsrail’de bulunduğunu açıklamıştı. ABD Temsilciler Meclisi’nin yeni sözcüsü Mike Johnson da aynı mantıkla Filistin’deki çatışmayı “iyiyle kötü, ışıkla karanlık arasındaki çatışma” olarak tanımladı.
Müslümanların ve Arapların tepkileri
Arap ülkeleri, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarına karşı güçlü bir duruş sergilememiş olsalar da, kendi halklarından sert tepki gelmesi durumunda bu isteksiz tutumlarını değiştirebilirler. İsrail’in zulmüne karşı Arap ve Müslüman dünyasından sert tepkiler geliyor. Filistin sorunu Arap ve Müslüman halkların ve ülkelerin gündemine geri döndü.
Bugün İsrail’in Gazze’deki toplu katliamlarına karşı somut adım atacak Arapları veya Müslümanları temsil eden ağır bir güç, karizmatik bir lider yok. Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın yakılma girişimine ve petrol ambargosu uygulanmasına tepki olarak ilk kez İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) kurulmasına öncülük eden Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz böyle bir liderdi. Batılı ülkeler 1973’teki Yom Kippur Savaşı’nda İsrail’i destekliyordu.
Öyle görünüyor ki Türkiye, Batılı ülkeleri İsrail’in suç eylemlerine koşulsuz destek vermekten caydırmak için bölgesel bir koalisyonun kurulmasına öncülük edebilir. Geçmişteki yapıcı müdahaleleri ve arabuluculuk konusundaki engin tecrübesiyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti, Filistin’de somut adımlar atılması ve bölgede gerçek barışın aranması konusunda önderlik edebilecek en iyi alternatiftir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da belirttiği gibi Türkiye, Avrupa ülkeleri gibi Yahudilere borçlu bir ülke olmadığı dikkate alındığında arabuluculuk çalışmalarında dengeli bir rol oynayabilir.
İlgili tüm uzmanların çok iyi bildiği gibi Türkiye, Avrupa ülkelerinin yabancılaştırma ve zulmüne karşı iki kez Yahudileri ülkesine kabul etmiştir. Osmanlı Devleti, 1492 yılında bugünkü İspanya’da Yahudi halkını kucaklamış ve onları yok olmaktan kurtarmıştır. Türkiye, iki savaş arası dönemde Nazi Almanyası’nın baskısına maruz kalan Yahudi aydın ve akademisyenleri ikinci kez ağırladı.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da açıkladığı gibi Türkiye “Yahudi karşıtlığı”yla suçlanamaz. Tüm bu gerçekler, diğer Müslüman ülkeleri kendi çabalarını desteklemeye nispeten daha kolay ikna edebilen Türkiye’nin, arabuluculuk çabalarında yapıcı bir rol oynayabileceği bir ortamı kolaylaştırmaktadır.