Taha Akyol, Suskun İlahiyatçıları Konuşmaya Davet Ediyor
Türkiye, uzun süreli ve maliyet açısından oldukça ağır sonuçlar doğuran büyük bir deneyim yaşadı. 2014 yılından itibaren faiz indirim politikaları uygulandı, 2018’de ise Cumhurbaşkanlığı sisteminin getirilmesiyle Merkez Bankası’nın bağımsızlığı sona erdirildi ve faizler siyasal emirlerle indirilmeye başlandı. Enflasyon, reel olarak üç haneli rakamlara ulaşmışken, gelir dağılımı da önemli ölçüde bozuldu. Maaşlı kesim büyük bir refah kaybı yaşadı ve kişi başına düşen milli gelirimiz 2020 yılında 2012 seviyesine düştü. Tüm bu olumsuz sonuçların gözler önünde olmasına rağmen, siyasi otoriteler “nass var, bize ne oluyor” diyerek bu duruma devam ettiler. 25 Mayıs 2023’te Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre enflasyon yüzde 62.72 iken, bu dönemde faiz oranı yüzde 8.5’e indirilmişti. Sonuç olarak büyük bir kriz yaşanmadan hemen önce, seçimlerden sonra Mehmet Şimşek’in göreve gelmesiyle durumu düzeltmeye yönelik adımlar atıldı. Merkez Bankası’na saygın iktisatçılar atandı, faiz oranları yükseltildi ve Mart 1924’ten bu yana, yani son 7 aydır faiz oranı yüzde 50 seviyesine ulaştı.
İktisatçılar açısından bu durumu değerlendirmek için bir dizi inceleme yapılması gerektiği inkar edilemez. Siyasi otoritenin hatalarını kabullenmemesi ise bilimin doğasına aykırıdır. Ancak gerçek iktisatçılar, özellikle 2014 yılından beri bu durumu eleştiriyor ve böyle bir sonuçla karşılaşılacağını öngörüyorlardı. Enflasyon o kadar kalıcı hale geldi ki, şu an Merkez Bankası hala “sıkı duruş” politikasını devam ettireceğini belirtmektedir. Saygın iktisatçılarımızdan Prof. Selva Demiralp, son yazısında uyarılarda bulunmuş ve Eylül ayında yapılacak olası bir faiz indiriminin, ekonomik beklentileri olumsuz etkileyebileceğini ifade etmiştir. Prof. Demiralp’e göre, enflasyonun gerçekten kontrol altına alınabilmesi, ancak gelecek yılın ilk çeyreğinde bir faiz indirimi düşünülmesi ile mümkün olabilir. Ayrıca, Merkez Bankası yönetiminin, başlattıkları politikaları sürdürebileceklerine dair kamuoyunda bir güven oluşturması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
İlahiyatçıların rolüne geldiğimizde, iktisat biliminin durumu gayet net. Bu büyük tecrübe karşısında sessiz kalanlar, İlahiyat Fakültelerine bağlı olanlardır. Politikaların “nass” ile izah edildiği düşünüldüğünde, bu tecrübenin incelenmesi ve sonuçlarının açıklanması gerektiği, özellikle fıkıh ana bilim dalının sorumluluğundadır. Riba ile faiz arasındaki ilişki, dini açıdan da tartışılmalıdır. Emirle faiz indirmenin ekonomiye verdiği zarar barizken, faiz oranlarının yüzde 50’ye yükseltilmesi gereken bir zaman diliminde, Allah’ın riba konusundaki yasağının amacı, Müslümanları sürekli finansman sıkıntısına maruz bırakmak mıdır? Fıkıh terminolojisinde “makasid” veya maksatlar göz önüne alındığında, finansman aracı olarak kullanılan faiz ve haram kabul edilen riba aynı şekilde değerlendirilebilir mi?
Bu noktada özellikle Prof. Hayreddin Karaman’ın sorumluluğu büyüktür. Kendisinin dini kaynakların muhafazası konusunda güçlü bir duruş sergilediği bilinmektedir ve geleneksel dindar topluluk üzerinde etkili bir fıkıh akademisyeni olarak tanınır. Geçmişte fıkhın kamu üzerine olan etkisini yazarken, bu durumu cesaretiyle ele almış bir kişidir. O dönemlerde, Necip Fazıl gibi bazı isimler ona reformcu damgası vurmuşlardı. Şu anda siyasi baskılar farklı mecralara kaymışken, mevcut faiz politikası üzerine bir akademik makale veya bir ilahiyatçılar bildirisi oluşturulması düşündürücü olabilir. Burada ben siyasal otoritenin rahatsızlığı veya memnuniyeti ile ilgilenmiyorum; asıl hedefim Türkiye’de rasyonel düşüncenin gelişimine katkı sağlamak, istikrarlı ve kurallara dayanan bir piyasa ekonomisi oluşturulmasına destek vermektir.
Değerli hocalarım, emirle faiz indirimi ve “acı ilaç” olarak tanımlanan faizle ilgili fıkhi açıklamalarınızı yapmak üzere çağrıda bulunuyorum. Not: Faiz konusunda KURAMER gibi değerli yayınlar bulunmaktadır. Suskun olan ilahiyatçıları, bu konuları konuşmaya davet ediyorum.