İnsanlığın başlangıcından bu yana insanlar hayvanlarla etkileşim içinde olmuştur. Doğal dengenin korunmasında etkin rol oynayan bu canlıların bize de sayısız faydaları olduğu inkar edilemez. Hayvanların sunduğu güç ve beslenmeden günümüzde olduğu gibi yararlanmaya devam ediyoruz. Tarih boyunca birçok Türk devletinin bayraklarında hayvan figürlerinin sembol olarak kullanılması, bu açıdan önemini vurgulamaktadır.
Bu zihniyetin rehberliğinde yola çıkan ve tarihe yön veren atalarımız, yaşadığımız bölgelerdeki kültüre, çevreye ve doğaya her zaman saygı duymuşlardır. Türkler olarak doğanın sadece insanların değil, tüm canlıların ortak yaşam alanı olduğunun bilincindeyiz. Çeşitli coğrafyalardaki karanlık dönemlerde bile çevreyi ve Allah’ın sessiz kulları bitki ve hayvanları korumak, onların ölçülü ve dengeli kullanımını sağlamak için fermanlar çıkardık.
Aslında hayvanlar doğal ortamlarında özgürce yaşamayı tercih ediyorlar. Ancak küçükbaş hayvan, büyükbaş hayvan ve kümes hayvanları gibi hayvanlar, insanların yanında bulunmaktan çekinmezler. Zarar verilmediği sürece vahşi doğada yaşayanların çoğu insanlarla rahatça bir arada yaşayabilir. Örneğin Japonya’nın Osaka kentinde geyikler serbestçe dolaşıyor, Tayland’da ise maymunlar sokaklarda oynuyor.
Ayrıca tarih boyunca insanlarla yakın yaşayan ve artık sokak hayvanları olarak anılan kedi, köpek gibi hayvanlar da olmuştur. Geniş yaşam alanı buldukları kırsal kesimde nispeten rahat bir yaşam süren bu hayvanlar, şehir yaşamında aşırı inşaat ve trafik yoğunluğu nedeniyle zorluklarla karşılaşabiliyor.
Köpekler doğası gereği koruyucu davranışlar sergilerler. Her ne kadar çoğu zaman başıboş olarak etiketlenseler de, sıklıkla yaşadıkları binaları koruduklarına tanık oluyoruz. Kırsal alanlarda çobanları gütme ve dış tehlikelere karşı koruma gibi görevlerde destekleyerek bu rolü ustaca yerine getirirler. Sadakatleriyle tanınan köpekler, aidiyet duygusu hissettiklerinde veya sahiplenildiğinde sadık kalırlar. “Yedi Uyuyanlar” (Ashab-ı Kehf) olarak bilinen keşişlerin köpeği Kıtmir’in (Kıtmir) hikayesi bu vefanın açık bir örneğini teşkil etmektedir.
Atalarımızın gözünden hayvanlar
Eski zamanlarda Avrupa’da hayvanlar zevk için toplu katledilirken, şanlı atalarımız hayvan haklarına saygı gösteriyorlardı. Hatta aynı dönemde onlar için hastaneler ve bakım tesisleri bile kurdular.
Atalarımız da bu anlayışla hareket etmiş, hayvanları koruma konusunda hassasiyet göstermişlerdir. Yukarıda da belirttiğim gibi birçok Türk devleti bayraklarında hayvan figürleri kullanmıştır. Osmanlı’da hayvan haklarıyla ilgili güzel örneklere rastlıyoruz. Mehmed’in (Fatih Sultan Mehmet) camilerde ve diğer kamu binalarında kuş köşkleri (aşiyan) yapılmasına ilişkin fermanı ile yabani veya başıboş hayvanlar için temiz su yalaklarının inşası pratik örnekler teşkil etmektedir.
Benzer şekilde ulaşımda kullanılan hayvanlara ilişkin de düzenlemeler yapıldı. Hayvanlara aşırı yük bindirilmesi yasaklandı ve haftada bir gün dinlenmelerine izin verildi. Ayrıca yaş veya başka sebeplerden dolayı emekliye ayrılan hayvanların bakımı için bir çiftlik kuruldu. Bütün bu uygulamalar 500 yıl önce, 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti.
Aynı dönemde, Avrupa karanlık çağlarını yaşarken, Fransa ve Belçika gibi ülkeler, hayvanların topluca katledildiği ya da diri diri yakıldığı sözde eğlence etkinlikleri düzenledi. Ne yazık ki modern Avrupa’da boğaların yıllık acıları, balina ve yunusların katledilmesi, zevk amaçlı saiklerle devam ediyor.
Osmanlı’da hayvanlara gösterilen saygının bir diğer göstergesi de unutulmaya yüz tutmuş mancacılıktı. Manca satıcıları kedi, köpek gibi sokak hayvanlarına mama dağıttı. Mancacılık’ın bir nevi meslek olduğu söylenebilir. Bazı hayvanseverler maddi destek verirken, bazıları da bu hayvanları bizzat satın alıp besledi.
Dünya çapında örnek teşkil eden bir diğer uygulama ise mevsim geçişlerinde dönemeyen ve yardıma ihtiyaç duyan leylekler için hastane kurulması oldu. Dünyanın ilk leylek hastanesi olarak bilinen ve “Düşmüş Leyleklerin Evi” anlamına gelen Gurabahane-i Laklakan, Bursa’da inşa edilmiş ve dünyanın ilk hayvan hastanesi olarak kabul ediliyor. 2010 yılında restorasyonu ve tekrar hizmete dönmesi sevindiriciydi.
‘Hayırsızada’ olayı
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma sürecinde o dönemde Avrupa’da görülen uygulamalar da hayata geçirilmiştir. “Batılılaşma” olarak bilinen dönemde İstanbul’daki sokak köpekleri toplanıp uzaklaştırıldı. Bir süre bu uygulama devam etse de daha sonra iptal edildi. Sultan II. Abdülhamid döneminde ise farklı bir yaklaşım benimsendi. Sokak hayvanları için en önemli risk olan kuduzla mücadeleye öncelik verildi. Eş zamanlı olarak Fransız kimyager ve eczacı Louis Pasteur’un yürüttüğü araştırmalar yakından takip edildi ve çalışmaların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için mali destek sağlandı. Ayrıca İstanbul’da iki yıllık bir inşaat sürecinin ardından dünya çapında üçüncü Kuduz Enstitüsü (Darül-Kelb) kuruldu. Doktorlarımızın bir kısmı da yurt dışına eğitim için gönderildi.
Ne yazık ki 1910 yılında “Büyük Sultan”ın tahttan indirilmesinin ardından İstanbul’da büyük bir trajedi yaşandı. Parfüm üretiminde kullanılmak üzere Fransa’ya satılma vaadiyle toplanan onbinlerce köpek, halkın tepkisi ve Fransa’nın satın almakta gecikmesi üzerine ilk olarak daha sonra “Hayırsızada” adını alacak olan Sivriada’ya gönderildi. Kötü Ada” Türkçesi). Ne yazık ki Fransa’nın satıştan vazgeçmesi üzerine orada kaderine terk edilen masumlar açlıktan öldü.
Dünya çapında yasal düzenlemeler
Atalarımızın yüzyıllardır gösterdiği hassasiyet, dünyada karşılığını ancak bir asır önce, 1925 yılında, 7 Ekim’in Dünya Hayvanları Koruma Günü olarak kutlanmasıyla buldu. Gelişmiş denilen ülkelerde bağımsız yasal düzenlemeler ancak 1975’ten sonra gerçekleştirilebilmiştir.
Türkiye’de genellikle sivil toplum kuruluşları (STK’lar) tarafından sağlanan hayvanları koruma konusuna ilk kez 2004 yılında 5199 sayılı Kanun ile hukuki temel kazandırıldı. Yönetmelik, hayvanların rahat yaşamasını, iyi ve uygun muamele görmesini, acı, ıstırap ve eziyetlere karşı en iyi şekilde korunur, mağduriyet yaşanması önlenir. Yasak ve kısıtlamaları ihlal edenlere idari para cezası uygulayan yasa, aynı zamanda yerel yönetimlere ihtiyaç sahibi hayvanların bakımı konusunda maddi destek de sağlıyor. Yine 2021 yılında yapılan düzenlemeyle kasten kötü muameleye uğrayanlara hapis cezası verilmesini de içeren bir yasa geliştirildi.
Sokak hayvanlarına en büyük desteklerden biri de Türkiye’de başlayıp dünya markası haline gelen sıfır atık hareketinin öncü isimlerinden Emine Erdoğan’dan geldi. Kanun hazırlıklarına destek vermelerinin yanı sıra “Leblebi” isimli engelli köpeği sahiplenmeleri de takdire şayandı. Yine yaban hayatının korunması amacıyla son dönemde karayollarının geçtiği bölgelerde ekolojik köprü yapılması gerekliliği ve örnekleri ortaya çıkmıştır.
Türkiye, 2004 yılında çıkardığı Hayvanları Koruma Kanunu ile dünyaya örnek oldu. Şanlı ecdadımızın yadigârı Üsküdar Dolmabahçe’deki kedi ve kuş hastaneleri, camilerdeki kuş evleri ve su çeşmeleri gibi güzel örnekleri taçlandırdı. Mezarlıklar ve dünyanın ilk leylek hayvan hastanesi Bursa’da açıldı. Ancak bugün yaşanan olaylar göz önüne alındığında, zaten zor şartlarda sokaklarda yaşayan başıboş köpeklerin toplu olarak ötenazi edilmesi kültürümüze ve inançlarımıza yakışmıyor.
Öldürmek çözüm değil
Türkiye’nin elbette bir sokak köpeği sorunu var. Hiçbirimizin incinmesini kabul edemeyiz. Ancak çözüm topyekûn yok etme olmamalıdır. Başta evlat edinme olmak üzere diğer alternatifler duyarlı vatandaşlarımızın da desteğiyle gündeme getirilmelidir. Bunun ötesinde yerel yönetimlerin her zamankinden daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Evlat edinme, nükleer silahların yayılmasının kontrol altına alınması gibi yöntemlerin yaygınlaştırılması gerekiyor, çünkü 20. yılına giren 2004 kanunu zaten bunu öngörüyor. Yine mevcut sorunun çözümü açısından sokağa terk edilen hayvan sahiplerinin cezalandırılması, kaçak hayvan yetiştirme merkezlerinin yasaklanması ve ağır cezai yaptırımlar uygulanması, barınakların hayata geçirilmesi için kampanya yapılmasıyla sorun zamanla çözülecek ve toplumsal barış sağlanacaktır. hayvanlar.
Yok etmek yerine nasıl kazanabiliriz üzerine odaklanılmalı, kazanımlar daha da geliştirilmelidir. Nasıl ki Osaka yaban hayatı sakinleri ceylanlarla bir arada yaşayabiliyorsa, yaban hayatının önemli figürlerinden biri olan maymunlar da Tayland sokaklarında özgürce dolaşabiliyorsa, ortak yaşam alanlarımızın sakinleri olan köpeklerin de unutulmaması gerekir. , aynı zamanda toplumun bir parçasıdır ve ortak bir yaşam sürdürebilirler.
Mevcut sorunun nasıl ortaya çıktığını son 20 yılda öğrendik: Ailelerin yetiştirdiği köpekleri çocuklarına hediye olarak kullanabileceği ticari bir pazar ortaya çıktı ve bu durum, yasadışı köpek yetiştirme merkezlerinde melez ırk denemeleri yoluyla çok sayıda köpeğin doğmasına yol açtı. Daha sonra aileler, evcil hayvana bakmaktan yorulunca köpeklerini sokaklara bırakıyor. Ayrıca sahil beldelerinde bu türden binlerce köpeğin ortaya çıkması ve aynı sorunun şehirlerde de yaygınlaşmasıyla birlikte belediye barınaklarının yetersizliği, veterinerlik ve kısırlaştırma faaliyetlerinin eksikliği, sokağa terk edilen hayvanların gruplaşması ve hastalık riski. Birbirine, farklı hayvanlara, çocuklara, yaşlılara ve mahalle sakinlerine saldırılar gibi olumsuz olayların artması toplumsal bir sorun haline geldi.
Bu sorunun ortaya çıkması insanların doyumsuz talepleri, ticari faaliyetleri ve bencillikleri sonucu ortaya çıkmakta ve suç hayvanlara yüklenmektedir. Ayrıca hayvanseverler ile güvenli sokaklar isteyen insanlar arasında artan kutuplaşma da bir başka toplumsal sorun haline geldi.
Türkiye’deki mevcut Hayvanları Koruma Kanunu dünyadaki en kapsamlı kanunlardan biridir. Ancak ne yazık ki bu konuda sorumluluk verilen yerel otoritelerin birçoğu konuyu ciddiye almadı. Saldırgan hayvanların toplanması ve ötenazisi, sokaktaki tüm hayvanların kısırlaştırılması, sorun çıkardığında barınaklara götürülmesi, uysal hayvanların sağlık durumlarının takip edilerek yaşam alanına dahil edilmesi, aşılanması gibi konularda kanunda düzenlemeler bulunmaktadır. takip ve hayvanseverlerin korunması. Yine insanlara zarar veren hayvanların nasıl imha edileceği ve bu hayvanlara ötenazi yapılıp yapılamayacağı bu kanunun 13. maddesinde şöyle belirtilmektedir: “Yasal istisnalar veya tıbbi veya bilimsel bir zorunluluk olmadıkça hayvanların öldürülmesi yasaktır. gereklilik ve tüketim amaçlı olmadığı veya insanlara veya çevreye tehdit oluşturmadığı durumlarda hamile, emziren ve doğum yapan hayvanlar öldürülemez.”
Kısacası ister “karma” desek, ister “şeytanın sırtından geçen, karnının altına girer” desek, yapılan zulmün karşılıksız kalmayacağını unutmayalım. Susayan köpeğe gösterilen ilginin bağışlanmaya yol açacağı inancı da konunun önemini ortaya koymaktadır. Ancak masum canlıların kitlesel olarak yok edilmesi çözümü mümkün olmayan farklı sorunlara yol açabilmektedir. Besin zinciri dünyada var olan düzenin temelidir. Besin zincirinde bir canlının üzerinde oluşan baskı, diğer türlerin daha fazla çoğalmasına yol açabileceği gibi farklı sorunları da beraberinde getirecektir. Nitekim tarih bize göstermiştir ki, özellikle tarımsal üretimde verimliliği artırmak için biyolojik mücadeleden ziyade tarımsal mücadele, zamanla daha güçlü ve yeni zararlı türlerin oluşmasına yol açmıştır. Geçmişten ders alarak ilerlemek gerekiyor.
Dolayısıyla mevcut sorunun çözümü devletin topyekun hızlı ve sistematik kısırlaştırmasıdır. Hiçbir sorun bir günde çıkmaz, bir günde de çözülemez. Ancak günümüzde sokakların doğal bir parçası olan hayvanların toplanıp ötenazi yapılmasına yönelik uygulama maalesef toplu katliamdan başka bir şey değil. Bu, 4 milyona, 5 milyona yakın sokak hayvanının öldürülmesi anlamına geliyor! Bu çözüm değil, katliamdır. Bunu yapacak personel, veteriner ve bütçe varsa elbette daha sağlıklı çözümler geliştirilebilir.
Sorunlar öldürerek değil, başıboşları yaşatarak çözülür!
İnsanlığın başlangıcından bu yana insanlar hayvanlarla etkileşim içinde olmuştur. Doğal dengenin korunmasında etkin rol oynayan bu canlıların bize de sayısız faydaları olduğu inkar edilemez. Hayvanların sunduğu güç ve beslenmeden günümüzde olduğu gibi yararlanmaya devam ediyoruz. Tarih boyunca birçok Türk devletinin bayraklarında hayvan figürlerinin sembol olarak kullanılması, bu açıdan önemini vurgulamaktadır.
Bu zihniyetin rehberliğinde yola çıkan ve tarihe yön veren atalarımız, yaşadığımız bölgelerdeki kültüre, çevreye ve doğaya her zaman saygı duymuşlardır. Türkler olarak doğanın sadece insanların değil, tüm canlıların ortak yaşam alanı olduğunun bilincindeyiz. Çeşitli coğrafyalardaki karanlık dönemlerde bile çevreyi ve Allah’ın sessiz kulları bitki ve hayvanları korumak, onların ölçülü ve dengeli kullanımını sağlamak için fermanlar çıkardık.
Aslında hayvanlar doğal ortamlarında özgürce yaşamayı tercih ediyorlar. Ancak küçükbaş hayvan, büyükbaş hayvan ve kümes hayvanları gibi hayvanlar, insanların yanında bulunmaktan çekinmezler. Zarar verilmediği sürece vahşi doğada yaşayanların çoğu insanlarla rahatça bir arada yaşayabilir. Örneğin Japonya’nın Osaka kentinde geyikler serbestçe dolaşıyor, Tayland’da ise maymunlar sokaklarda oynuyor.
Ayrıca tarih boyunca insanlarla yakın yaşayan ve artık sokak hayvanları olarak anılan kedi, köpek gibi hayvanlar da olmuştur. Geniş yaşam alanı buldukları kırsal kesimde nispeten rahat bir yaşam süren bu hayvanlar, şehir yaşamında aşırı inşaat ve trafik yoğunluğu nedeniyle zorluklarla karşılaşabiliyor.
Köpekler doğası gereği koruyucu davranışlar sergilerler. Her ne kadar çoğu zaman başıboş olarak etiketlenseler de, sıklıkla yaşadıkları binaları koruduklarına tanık oluyoruz. Kırsal alanlarda çobanları gütme ve dış tehlikelere karşı koruma gibi görevlerde destekleyerek bu rolü ustaca yerine getirirler. Sadakatleriyle tanınan köpekler, aidiyet duygusu hissettiklerinde veya sahiplenildiğinde sadık kalırlar. “Yedi Uyuyanlar” (Ashab-ı Kehf) olarak bilinen keşişlerin köpeği Kıtmir’in (Kıtmir) hikayesi bu vefanın açık bir örneğini teşkil etmektedir.
Atalarımızın gözünden hayvanlar
Eski zamanlarda Avrupa’da hayvanlar zevk için toplu katledilirken, şanlı atalarımız hayvan haklarına saygı gösteriyorlardı. Hatta aynı dönemde onlar için hastaneler ve bakım tesisleri bile kurdular.
Atalarımız da bu anlayışla hareket etmiş, hayvanları koruma konusunda hassasiyet göstermişlerdir. Yukarıda da belirttiğim gibi birçok Türk devleti bayraklarında hayvan figürleri kullanmıştır. Osmanlı’da hayvan haklarıyla ilgili güzel örneklere rastlıyoruz. Mehmed’in (Fatih Sultan Mehmet) camilerde ve diğer kamu binalarında kuş köşkleri (aşiyan) yapılmasına ilişkin fermanı ile yabani veya başıboş hayvanlar için temiz su yalaklarının inşası pratik örnekler teşkil etmektedir.
Benzer şekilde ulaşımda kullanılan hayvanlara ilişkin de düzenlemeler yapıldı. Hayvanlara aşırı yük bindirilmesi yasaklandı ve haftada bir gün dinlenmelerine izin verildi. Ayrıca yaş veya başka sebeplerden dolayı emekliye ayrılan hayvanların bakımı için bir çiftlik kuruldu. Bütün bu uygulamalar 500 yıl önce, 15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleşti.
Aynı dönemde, Avrupa karanlık çağlarını yaşarken, Fransa ve Belçika gibi ülkeler, hayvanların topluca katledildiği ya da diri diri yakıldığı sözde eğlence etkinlikleri düzenledi. Ne yazık ki modern Avrupa’da boğaların yıllık acıları, balina ve yunusların katledilmesi, zevk amaçlı saiklerle devam ediyor.
Osmanlı’da hayvanlara gösterilen saygının bir diğer göstergesi de unutulmaya yüz tutmuş mancacılıktı. Manca satıcıları kedi, köpek gibi sokak hayvanlarına mama dağıttı. Mancacılık’ın bir nevi meslek olduğu söylenebilir. Bazı hayvanseverler maddi destek verirken, bazıları da bu hayvanları bizzat satın alıp besledi.
Dünya çapında örnek teşkil eden bir diğer uygulama ise mevsim geçişlerinde dönemeyen ve yardıma ihtiyaç duyan leylekler için hastane kurulması oldu. Dünyanın ilk leylek hastanesi olarak bilinen ve “Düşmüş Leyleklerin Evi” anlamına gelen Gurabahane-i Laklakan, Bursa’da inşa edilmiş ve dünyanın ilk hayvan hastanesi olarak kabul ediliyor. 2010 yılında restorasyonu ve tekrar hizmete dönmesi sevindiriciydi.
‘Hayırsızada’ olayı
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma sürecinde o dönemde Avrupa’da görülen uygulamalar da hayata geçirilmiştir. “Batılılaşma” olarak bilinen dönemde İstanbul’daki sokak köpekleri toplanıp uzaklaştırıldı. Bir süre bu uygulama devam etse de daha sonra iptal edildi. Sultan II. Abdülhamid döneminde ise farklı bir yaklaşım benimsendi. Sokak hayvanları için en önemli risk olan kuduzla mücadeleye öncelik verildi. Eş zamanlı olarak Fransız kimyager ve eczacı Louis Pasteur’un yürüttüğü araştırmalar yakından takip edildi ve çalışmaların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için mali destek sağlandı. Ayrıca İstanbul’da iki yıllık bir inşaat sürecinin ardından dünya çapında üçüncü Kuduz Enstitüsü (Darül-Kelb) kuruldu. Doktorlarımızın bir kısmı da yurt dışına eğitim için gönderildi.
Ne yazık ki 1910 yılında “Büyük Sultan”ın tahttan indirilmesinin ardından İstanbul’da büyük bir trajedi yaşandı. Parfüm üretiminde kullanılmak üzere Fransa’ya satılma vaadiyle toplanan onbinlerce köpek, halkın tepkisi ve Fransa’nın satın almakta gecikmesi üzerine ilk olarak daha sonra “Hayırsızada” adını alacak olan Sivriada’ya gönderildi. Kötü Ada” Türkçesi). Ne yazık ki Fransa’nın satıştan vazgeçmesi üzerine orada kaderine terk edilen masumlar açlıktan öldü.
Dünya çapında yasal düzenlemeler
Atalarımızın yüzyıllardır gösterdiği hassasiyet, dünyada karşılığını ancak bir asır önce, 1925 yılında, 7 Ekim’in Dünya Hayvanları Koruma Günü olarak kutlanmasıyla buldu. Gelişmiş denilen ülkelerde bağımsız yasal düzenlemeler ancak 1975’ten sonra gerçekleştirilebilmiştir.
Türkiye’de genellikle sivil toplum kuruluşları (STK’lar) tarafından sağlanan hayvanları koruma konusuna ilk kez 2004 yılında 5199 sayılı Kanun ile hukuki temel kazandırıldı. Yönetmelik, hayvanların rahat yaşamasını, iyi ve uygun muamele görmesini, acı, ıstırap ve eziyetlere karşı en iyi şekilde korunur, mağduriyet yaşanması önlenir. Yasak ve kısıtlamaları ihlal edenlere idari para cezası uygulayan yasa, aynı zamanda yerel yönetimlere ihtiyaç sahibi hayvanların bakımı konusunda maddi destek de sağlıyor. Yine 2021 yılında yapılan düzenlemeyle kasten kötü muameleye uğrayanlara hapis cezası verilmesini de içeren bir yasa geliştirildi.
Sokak hayvanlarına en büyük desteklerden biri de Türkiye’de başlayıp dünya markası haline gelen sıfır atık hareketinin öncü isimlerinden Emine Erdoğan’dan geldi. Kanun hazırlıklarına destek vermelerinin yanı sıra “Leblebi” isimli engelli köpeği sahiplenmeleri de takdire şayandı. Yine yaban hayatının korunması amacıyla son dönemde karayollarının geçtiği bölgelerde ekolojik köprü yapılması gerekliliği ve örnekleri ortaya çıkmıştır.
Türkiye, 2004 yılında çıkardığı Hayvanları Koruma Kanunu ile dünyaya örnek oldu. Şanlı ecdadımızın yadigârı Üsküdar Dolmabahçe’deki kedi ve kuş hastaneleri, camilerdeki kuş evleri ve su çeşmeleri gibi güzel örnekleri taçlandırdı. Mezarlıklar ve dünyanın ilk leylek hayvan hastanesi Bursa’da açıldı. Ancak bugün yaşanan olaylar göz önüne alındığında, zaten zor şartlarda sokaklarda yaşayan başıboş köpeklerin toplu olarak ötenazi edilmesi kültürümüze ve inançlarımıza yakışmıyor.
Öldürmek çözüm değil
Türkiye’nin elbette bir sokak köpeği sorunu var. Hiçbirimizin incinmesini kabul edemeyiz. Ancak çözüm topyekûn yok etme olmamalıdır. Başta evlat edinme olmak üzere diğer alternatifler duyarlı vatandaşlarımızın da desteğiyle gündeme getirilmelidir. Bunun ötesinde yerel yönetimlerin her zamankinden daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Evlat edinme, nükleer silahların yayılmasının kontrol altına alınması gibi yöntemlerin yaygınlaştırılması gerekiyor, çünkü 20. yılına giren 2004 kanunu zaten bunu öngörüyor. Yine mevcut sorunun çözümü açısından sokağa terk edilen hayvan sahiplerinin cezalandırılması, kaçak hayvan yetiştirme merkezlerinin yasaklanması ve ağır cezai yaptırımlar uygulanması, barınakların hayata geçirilmesi için kampanya yapılmasıyla sorun zamanla çözülecek ve toplumsal barış sağlanacaktır. hayvanlar.
Yok etmek yerine nasıl kazanabiliriz üzerine odaklanılmalı, kazanımlar daha da geliştirilmelidir. Nasıl ki Osaka yaban hayatı sakinleri ceylanlarla bir arada yaşayabiliyorsa, yaban hayatının önemli figürlerinden biri olan maymunlar da Tayland sokaklarında özgürce dolaşabiliyorsa, ortak yaşam alanlarımızın sakinleri olan köpeklerin de unutulmaması gerekir. , aynı zamanda toplumun bir parçasıdır ve ortak bir yaşam sürdürebilirler.
Mevcut sorunun nasıl ortaya çıktığını son 20 yılda öğrendik: Ailelerin yetiştirdiği köpekleri çocuklarına hediye olarak kullanabileceği ticari bir pazar ortaya çıktı ve bu durum, yasadışı köpek yetiştirme merkezlerinde melez ırk denemeleri yoluyla çok sayıda köpeğin doğmasına yol açtı. Daha sonra aileler, evcil hayvana bakmaktan yorulunca köpeklerini sokaklara bırakıyor. Ayrıca sahil beldelerinde bu türden binlerce köpeğin ortaya çıkması ve aynı sorunun şehirlerde de yaygınlaşmasıyla birlikte belediye barınaklarının yetersizliği, veterinerlik ve kısırlaştırma faaliyetlerinin eksikliği, sokağa terk edilen hayvanların gruplaşması ve hastalık riski. Birbirine, farklı hayvanlara, çocuklara, yaşlılara ve mahalle sakinlerine saldırılar gibi olumsuz olayların artması toplumsal bir sorun haline geldi.
Bu sorunun ortaya çıkması insanların doyumsuz talepleri, ticari faaliyetleri ve bencillikleri sonucu ortaya çıkmakta ve suç hayvanlara yüklenmektedir. Ayrıca hayvanseverler ile güvenli sokaklar isteyen insanlar arasında artan kutuplaşma da bir başka toplumsal sorun haline geldi.
Türkiye’deki mevcut Hayvanları Koruma Kanunu dünyadaki en kapsamlı kanunlardan biridir. Ancak ne yazık ki bu konuda sorumluluk verilen yerel otoritelerin birçoğu konuyu ciddiye almadı. Saldırgan hayvanların toplanması ve ötenazisi, sokaktaki tüm hayvanların kısırlaştırılması, sorun çıkardığında barınaklara götürülmesi, uysal hayvanların sağlık durumlarının takip edilerek yaşam alanına dahil edilmesi, aşılanması gibi konularda kanunda düzenlemeler bulunmaktadır. takip ve hayvanseverlerin korunması. Yine insanlara zarar veren hayvanların nasıl imha edileceği ve bu hayvanlara ötenazi yapılıp yapılamayacağı bu kanunun 13. maddesinde şöyle belirtilmektedir: “Yasal istisnalar veya tıbbi veya bilimsel bir zorunluluk olmadıkça hayvanların öldürülmesi yasaktır. gereklilik ve tüketim amaçlı olmadığı veya insanlara veya çevreye tehdit oluşturmadığı durumlarda hamile, emziren ve doğum yapan hayvanlar öldürülemez.”
Kısacası ister “karma” desek, ister “şeytanın sırtından geçen, karnının altına girer” desek, yapılan zulmün karşılıksız kalmayacağını unutmayalım. Susayan köpeğe gösterilen ilginin bağışlanmaya yol açacağı inancı da konunun önemini ortaya koymaktadır. Ancak masum canlıların kitlesel olarak yok edilmesi çözümü mümkün olmayan farklı sorunlara yol açabilmektedir. Besin zinciri dünyada var olan düzenin temelidir. Besin zincirinde bir canlının üzerinde oluşan baskı, diğer türlerin daha fazla çoğalmasına yol açabileceği gibi farklı sorunları da beraberinde getirecektir. Nitekim tarih bize göstermiştir ki, özellikle tarımsal üretimde verimliliği artırmak için biyolojik mücadeleden ziyade tarımsal mücadele, zamanla daha güçlü ve yeni zararlı türlerin oluşmasına yol açmıştır. Geçmişten ders alarak ilerlemek gerekiyor.
Dolayısıyla mevcut sorunun çözümü devletin topyekun hızlı ve sistematik kısırlaştırmasıdır. Hiçbir sorun bir günde çıkmaz, bir günde de çözülemez. Ancak günümüzde sokakların doğal bir parçası olan hayvanların toplanıp ötenazi yapılmasına yönelik uygulama maalesef toplu katliamdan başka bir şey değil. Bu, 4 milyona, 5 milyona yakın sokak hayvanının öldürülmesi anlamına geliyor! Bu çözüm değil, katliamdır. Bunu yapacak personel, veteriner ve bütçe varsa elbette daha sağlıklı çözümler geliştirilebilir.
Sorunlar öldürerek değil, başıboşları yaşatarak çözülür!