İsrail’in Gazze’deki saldırısının 14. günü yaşanırken, bu çatışmayla bağlantılı insani kriz de yoğunlaşmaya devam ediyor. İsrail’in saldırgan askeri harekâtına Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batılı ulusların önemli bir kısmının sarsılmaz desteği, İsrail’in eylemlerinin kontrolsüz kalmasına izin veren olağanüstü bir durum yarattı. Kolektif cezalandırmanın hem İsrail hem de ABD tarafından, kararlı destekleriyle bir savaş stratejisi olarak benimsenmesi, bölgeyi istikrarsızlaştırma ve küresel güvenliği benzeri görülmemiş bir ölçekte tehlikeye atma tehdidinde bulunuyor.
Orta Doğu’daki siyasi manzara giderek gelişiyor, ancak bölgedeki pek çok ülke devam eden çatışmayı durdurmak için önemli adımlar atmadı. Pek çok ülke retorik düzeyde takılıp kalıyor ve sözlü ifadelerden somut eylemlere geçişte zorlanıyor. Buna karşın Türkiye, İsrail’in Gazze’deki saldırganlığına karşı dengeli bir yaklaşım benimsemiştir. Türkiye, düşmanlıkları sona erdirme ve krizin daha da tırmanmasını önleme çabalarında en proaktif ülkelerden biri olarak ortaya çıkıyor. Gerçekçiliğe dayanan Türkiye, çatışmayı çözmek için güçlü bölgesel diyaloğa ve insani yaklaşıma öncelik veren bir strateji izliyor.
7 Ekim’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, gelişen krize hızlı tepki verdi. Tüm tarafları itidalli davranmaya çağırdı ve onları aceleci ve fevri eylemlerden kaçınmaya çağırdı. Daha sonra İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri saldırılarını açıkça eleştirdi ve kalıcı bir çözüm vizyonunu dile getirdi. Erdoğan, çözüme giden sürdürülebilir yolun, başkenti Doğu Kudüs olan, 1967 sınırlarına bağlı kalarak bir Filistin devleti kurulmasına ve toprak bütünlüğünün korunmasına bağlı olduğunu vurguladı.
Krizi çözmeye yönelik özverili çabaları kapsamında Erdoğan, çalışma saatlerinin önemli bir bölümünü diğer dünya liderleriyle ilişkiler kurmaya ayırdı. Bu amaçla yoğun bir telefon diplomasisi yürüttü ve bugüne kadar 18 devlet başkanıyla görüştü. Her görüşmede insani ateşkes ilan etmenin, insani koridor oluşturmanın ve İsrail’in yerleşik uluslararası yasa ve normlara uygun hareket etmesi zorunluluğunun büyük önemini vurguladı.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da sürdürülen diplomatik çalışmalarda önemli rol oynuyor. Fidan’ın öncelikli hedefi, bölgesel diplomasiyi etkin kullanarak İsrail’in askeri harekâtının durdurulmasını hızlandırmaktır. Bu bağlamda Türkiye, İsrail’in saldırgan eylemlerini frenlemek ve gerçek bir ateşkes kurarak pragmatik bir çözüm aramak için ciddi çaba harcıyor. Bu kapsamlı diplomatik yaklaşım Mısır, Lübnan, Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, Pakistan ve İran ile yakın ilişkileri içermektedir.
Fidan’ın bu diplomatik görüşmeler sırasındaki söyleminin Filistin meselesine ilişkin gerçekçiliği ve netliği dikkat çekicidir. Filistin’in uzun süredir devam eden davası ele alınmadan İsrail’in kapsamlı güvenliğinin sağlanamayacağının altını çiziyor ve İsrail’in devam eden işgaline dikkat çekiyor. Bu gerçekler ışığında Fidan, bölgenin acil ihtiyacının, 1967 sınırlarına geri dönerek toprak bütünlüğünü sağlayacak ve Doğu Kudüs’ü başkent yapacak bir Filistin devletinin kurulması olduğunu vurguluyor. Bu yaklaşım, Türkiye’nin Filistin-İsrail ihtilafına ilişkin resmi tutumuyla örtüşmektedir ve uluslararası hukuk tarafından belirlenen çerçeveyle uyumludur.
Türkiye’nin arabuluculuk çabaları diplomatik ortamda çok önemli bir rol oynuyor. Öncelikli hedef, halihazırda Hamas tarafından esir tutulan İsrail vatandaşlarının ve yabancı vatandaşların serbest bırakılmasını sağlayarak müzakereler için sağlam bir temel oluşturmaktır. Türkiye’nin Hamas’la olan yoğun müzakere kanalları ve geçmiş deneyimleri, onu bu konuda kolaylaştırıcı olarak konumlandırıyor. Fidan’ın vurguladığı bir diğer boyut ise Türkiye’nin garantör rolü üstlenme ihtimali. Türkiye’nin de dahil olduğu çok yönlü bir garantör mekanizmasına katılım, ateşkesin tesis edilmesinden sonra sürekli olarak sürdürülmesinin sağlanmasında etkili olacaktır.
Bölgesel güvenlik krizi
Dikkate alınması gereken bir diğer kritik husus da, bu krizin bölgesel normalleşmeye olası yansımaları ve yeni bir bölgesel güvenlik krizinin ortaya çıkma olasılığıdır. ABD’nin İsrail’e açık siyasi ve askeri desteği, askeri güçlerinin görünüşte bölge ülkeleri için caydırıcı olarak bölgeye konuşlandırılmasıyla birleştiğinde, çatışmanın Gazze’yi aşarak diğer aktörleri de kapsaması riskini artırıyor. Böyle bir senaryo Türkiye için yeni bir bölgesel güvenlik krizine yol açabilir. Sonuç olarak, ateşkes ve İsrail saldırılarının durdurulması, Türkiye tarafından daha geniş bölgesel güvenlik ortamının istikrarsızlaştırılmasını önlemek için hayati önlemler olarak görülüyor.
Son nokta, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin, Türkiye ile İsrail arasında savaşın başlamasından önce ivme kazanan normalleşme sürecine etkisine ilişkindir. Erdoğan bu konuda dengeli bir duruş sergiliyor ve Türkiye’nin öncelikli hedefi krizin çözülmesi. Ancak kriz derinleştikçe ve İsrail’in saldırgan eylemleri yoğunlaştıkça normalleşme umutları bir kez daha rafa kaldırılabilir. Dolayısıyla Türkiye ile İsrail arasındaki normalleşme süreci şu anda zorlu bir sınavdan geçiyor ve bu süreç 7 Ekim sonrası gelişen bölgesel iklime bağlı. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğine ilişkin herhangi bir tartışmanın gelişen dinamiklerden ayrı tutulamayacağı açık. bölgede.
Türkiye-İsrail normalleşmesi
Türkiye-İsrail normalleşmesi bağlamında dikkate alınması gereken çok sayıda hayati husus var: Öncelikle, Türkiye-İsrail normalleşmesine yönelik gelecekteki çabaların, özellikle 7 Ekim sonrasında yeni bir rota çizmesi gerekecek. normalleşme beklentileri oldukça yüksekti. Enerjiyle ilgili çıkarlar ve diğer jeopolitik kaygılar gibi geleneksel olarak normalleşme sürecini yönlendiren faktörler artık tek başına bu süreci ileriye taşımak için yeterli değil. İkincisi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin hiçbir zaman ABD ile İsrail arasındaki ittifak benzeri bağları yansıtmadığını kabul etmek gerekir. İki ülke arasındaki yakın ilişkilerin 1990’lı yıllarda “altın çağ” olarak anılan döneminin yeniden canlanması pek mümkün görünmüyor.
Üçüncüsü, hem Türkiye hem de İsrail için mihenk taşı olan pragmatik dış politika yaklaşımının kendi içinde sınırlamaları var. Türkiye’nin “ahlaki pragmatizmi” ve İsrail’in reelpolitik odaklı pragmatizmiyle karakterize edilen pragmatik yaklaşım, iki ülke ilişkilerinin ancak maksimum düzeyde sürdürülebilmesini sağlayan kritik bir unsur oldu. Ancak bu durum, özellikle Filistin davasıyla ilgili olmak üzere ilişkilerin derinleştirilmesinde de zorluklar yarattı. Filistin sorunu, tarihsel olarak iki ülke arasındaki bağların derinleşmesinin önünde büyük bir engel olmuştur ve hala zorlu bir sorun olmaya devam etmektedir. Son olarak, Türk kamuoyunun görüşünün İsrail’in normalleşmesi yerine Filistin davasını desteklediği açıktır. Bu dinamikler büyük önem taşıyor ve özellikle Erdoğan tarafından dikkate alınması gerekiyor.
Bu karmaşık dinamikler göz önüne alındığında, Türkiye şu anda bölgede krizin tırmanmasını azaltmak ve ateşkes sağlamak için proaktif bir rol oynuyor. Krizin derinleşmesi Türkiye ile İsrail arasında devam eden normalleşme sürecinin askıya alınmasına yol açabilir. Üstelik İsrail’in 7 Ekim’deki eylemleri ve sonrasındaki etkileri potansiyel olarak Türkiye’nin daha geniş dış politika normalleşme girişimlerine de yansıyabilir. İleriye giden yol büyük ölçüde Batılı ulusların benimsediği duruşa ve İsrail’in hem uluslararası alanda yerleşik savaş kurallarını hem de çatışmanın doğasında var olan ilkelerini baltalayan saldırgan eylemlerine verecekleri tepkiye bağlıdır.